- İstimdâd; yani himmet istemenin dindeki yeri nedir? Mürşid-i kamilin gıyabında himmet istenebilir mi? Allah'tan başkasından İstimdad; meded ve fayda beklemek var mı?
- İstimdad; yardım, meded ve himmet istemek demektir. Önce şunu peşin olarak belirtmeliyiz: Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teala hazretleridir. Allah'tan başkasından doğrudan yardım dilemek sözkonusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, tarikat pîri veya şeyh gibi maneviyat büyüklerinden İstimdad, doğrudan onların şahıslarından yapılan bir taleb olarak değerlendirilmemelidir. Böyle bir İstimdad, onların ind-i ilahîdeki derece ve değerlerinden yararlanmak için bir tevessüldür. Bu şahıslar hakkındaki manevi sevgi ve hüsn-i zannın bir ifadesidir. İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. İstimdad sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. Nasıl küçük bir çocuk anne-babasının yanında daha güvende olduğunu sanır ve onlardan uzakta iken: "Anne!.. Baba!.." diyerek ebeveyninden meded umarsa mürid de öyledir. O da kendisini mürşid ve manevî büyüklerin yanında daha bir güvende hisseder. Onlardan uzak olduğu zaman ise annesine seslenen yavru gibi onlara sığınır. Ancak mürid, sülûkünde ilerleyip fena fillah'a erdikçe bu sığınmanın doğrudan Allah'a olması gerektiğini; şeyhine yaptığı istimdadın da aslında Allah'dan onun adına bir meded talebi olduğunu anlayıp Allah'a iltica eder.
Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışındaki "insan-ı kamil" telakkîsi, Allah ve Rasûlü'nün ahlakıyla ahlaklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk'ın mazharı demektir. Bu yüzden de ruhanî bir tasarrufa mazhar kabul edilir. "Mazhar kabul edilir." diyoruz, çünkü gerçek tasarruf Allah'ındır. Kul veya kişi, bu tasarrufun görüntüsüdür. Vahdet-i vücûd telakkîsinde bütün fiiller Allah 'ındır. Kudret ve kuvvet sadece O'na aiddir. Meded ve himmet istenen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp taleb ondan beklenecek olursa, elbette caiz olmaz. Sahibini şirke düşürür. Ama "ya Rabbi, benim sana şahsım adına elimi açmaya yüzüm yok, nezdinde sevgili kulun olduğuna hüsn-i zann ettiğim falan kulun hürmetine bana meded eyle!" anlamında bir İstimdad insanın benlik duygularını da siler. Böyle bir himmet ve meded talebinin gıyabda olması ile, huzurda olmasının bir farkı yoktur.
- Allah'a ibadet sırasında veya camide şeyhten meded istemek caiz midir? Allah neden peygamberleri vesile kılmıştır? "Allah'a, peygamberine ve ülü'l-emre itaat edin" ayet-i celîlesinde geçen itaat edilecekler arasına mürşid-i kamiller de girer mi?
- Şeyhden veya herhangi bir pirden istimdad genellikle darda kalındığı zamanlarda yapılır. Bu işi yapacak olanın hadis ile kadimi ayırabilecek durumda olması gerekir. İbadet sırasında ve camide meded dilemek ancak Allah'tan olur. Çünkü namazda her rekatta Fatiha okurken: "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz." diyoruz. Bu da zaten istiane ve istimdadın sadece O'ndan olacağını göstermektedir.
Allah'ın peygamberleri vesîle ve vasıta kılması, insanlara ilahî mesajını canlı olarak göstermek içindir. İlahî hükümlerin uygulanabilirliğini fiilen göstermek ve insanlara "nûmune-i imtisâl'' olmalarını sağlamak içindir. Peygamberler tebliğ ve irşad ile hidayetlerine vesîle oldukları ümmetlerinin örnek şahsiyetleri ve ahırette de şefaatçılarıdır. İnsan soyut konuları algılamakta zorlandığında bunları somut hale getirmiş peygamberler işi kolaylaştırmaktadır. Peygamber varisi ariflerin durumu da aynıdır.
"Allah' a, Rasûlü'ne ve sizden olan ülü'l-emre itaat edin!" (en-Nisa, 4/59) ayet-i celîlesinde geçen "ülü'l-emr" birinci derecede müslümanların yöneticileridir. Bu yöneticiler kavramının içine siyasî ve idarî otoriteyi temsil edenler girdiği gibi, manevî otoriteyi temsil edenler de girer. Çünkü onlar da insanlara manevî ve ruhî hayatlarını düzenleyecek tavsiyelerde bulunmakta ve rehberlikte bulunmaktadırlar. Hatta bir mürid, intisab ederken şeyhine itaat edeceğine ve onun tavsiyelerini tutacağına dair söz vermektedir.
- Hastalık sırasında doktor şifaya vesile kılınıp şirk olduğu söylenmezken bir mürşid-i kamilin batını hastalıklara vesile kılınması neden şirk olarak yorumlanıyor? Cemaat ile namaz kılarken imam, cemaat ile Allah arasında vesile midir?
- Hastalık sırasında doktor şifaya vesîle kılınmaktadır. Aslında şifayı verecek olan Allah'tır. Ama Allah Teala herşeyi bir sebebe bağlı olarak halk ettiği için şifayı da tedavîye bağlı kılmıştır. Tedavi, mualece; yani sadece ilaçlanmak demek değildir. Dua ve telkin de bunun kapsamına girer. Maddi hastalıkların olduğu gibi manevî hastalıkların da tedavisini verecek; hastayı hidayetle manevi şifaya kavuşturacak olan Allah'dır. Mürşid veya tabîb-i manevînin doğrudan yapabileceği hiçbir şey yoktur. O sadece aracıdır. Onun himmeti, şifa arayan müsterşidin gayretleri, Cenab-ı Hakk'ın inayetine mazhar olduğu zaman hidayet ve şifaya dönüşür. Maddî hastalıklar ile manevî hastalıkların tedavî ve şifa bakımından birbirine benzeyen yanları çoktur. Her ikisinin de doktoru ve ilacı vardır. Her ikisinde de "Şâfî" Allah'tır. Önemli olan kalblerdeki niyyetlerdir. Hasta tedaviyi doktordan görmez, Allah'dan görürse o takdirde şirk kokusu ve korkusu maddî hastalıkta da, manevî hastalıkta da sözkonusu olmaz. Cemaat ile namaz kılarken imamın konumu vesîle olarak değerlendirmeğe uygun görünmüyor. İmam cemaatla birlikte ve onların önünde arz-ı ubûdiyyet etmektedir. Onlardan bir adım önde bulunmasının ötesinde bir konumu yoktur. Namaz kıldıran imamın cemaata vesile oluşu şeklinde bir değerlendirmeye herhangi bir yerde rastlamış değilim.
- Tasavvufta herhangi bir sebepten dolayı daralma veya zorlukla karşılaşma anında tasavvuf büyüklerine sığınma vardır. "Yetiş ya Abdülkadir Geylanî" gibi. Eğer insanlardan birine sığınmak caiz olsa Peygamberimiz buna daha layık değil mi? Halbuki biz günde kırktan fazla Allah'a karşı: "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz." diyoruz. Bunu izah eder misiniz?
- İstimdad; meded ve himmet beklemenin ne olduğunu bir önceki soruda açıklamaya çalıştık. Böyle bir sığınmanın aslında doğrudan Allah'a olması gerektiğini, belirttik. Buradaki sığınma, eğer insanlara yapılan bir sığınma olarak değerlendirilirse elbette Hz. Peygamber buna daha layıktır. Ancak buradaki sığınmayı beşere yapılan sığınma gibi görmemek gerekir.
Sûfîler istimdad ve istiane için Şeyhu'l-islam Kemalpaşazade'nin de Şerh Hadîs-i Erbaîn'inde naklettiği "İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kubûrdan yardım (istiane) isteyiniz." (bk. Keşfu'l-hafa, I, 85, hadis: 213) hadisini delil sayarlar. Ehl-i kubur, ölüler veya ölümü düşünerek kendilerini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin halini, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek kendini toparlamak ve onların halinden kendi haline bir ibret yardımı alıp gönlünü Allah'a rabtetmek durumundadır. Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine dalmaktan belli ölçüde korur. Çünkü hadis-i şerifte: "Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşünün." (Tirmizî, Kıyame, 26; Nesei, Zühd, 31; İbn Hanbel, II, 293) buyurulmuştur. Şu halde istiane ve istimdad, kulluğa ruhî bir hazırlıktır. Allah'dan başkasından meded umma değildir. Fatiha'daki:"Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz." lafzı cemaatle namaz kılarken de yalnız olarak kılarken de çoğul sigası ile okunur. Aslında o lafızda bile "biz içinizde bulunan iyilerle Senden yardım dileriz" anlamı vardır.
- Tasavvufta "vefatı anında insana imanlı gitmesi için şeyhinin yardımcı olacağı" söylenmektedir. Bu duruma göre Peygamberimiz'in amcası Ebû Talib'e vefatı anında iman telkin edip onun kabul etmediğini nasıl izah edersiniz? O alemlere rahmet peygamber iken amcasını cennete sokamamıştı. Şeyhler nasıl bu işi becerecekler, delilleriyle anlatır mısınız?
- Müminin mümine yardımı ancak dua ile olur. Şeyhin müridine vefatı sırasında îmanlı gitmesi için yapacağı tek şey, ona dua etmektir. Allah Teala'nın, müminin, kardeşine gıyabındaki duasını kabul edeceği hadislerde anlatılmaktadır. (bk. Tirmizî, Birr, 50) Allah Teala kulların birbirlerine olan halis dualarını reddetmediğine göre şeyhin müride duası müstecab olup kurtuluşuna vesîle olabilir. Soruda zikri geçen Ebû Talib örneği bu konuya uygun değildir. Çünkü Ebû Talib henüz îmana girmemiş bir kimsedir. İmana girmeyenin hidayete ermesi, ancak Allah'ın elinde olan bir husustur. Allah adeta bunu göstermek için bu olayı Kur'an'da anmıştır. (bk. el-Kasas. 28/56) Fakat mümin bir müridin, îmanını kurtarması için şeyhin dua ve himmeti, Ebû Talib örneğinden farklıdır. Hidayete erdirme konusunda hiç bir kimse peygamberlerden daha himmetli ve gayretli olamaz. Bu yüzden böyle şeyleri şeyhlerin olağanüstülüğü gibi görmek de göstermek de yanlış olur. Doğrusu sözün başında söylediğimiz gibi bunlar, dua berekatıyla meydana gelebilecek güzelliklerdir.
- Hz. Peygamber ashabına kendisini rabıta veya vesile ederek Allah'a dua etmelerini söylemiş midir? Örnekle açıklar mısınız?
- Peygamberimiz'in kendisini vesîle ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz'e gelerek: "Ya Rasulallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur." dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Abdest al, iki rek'at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah'ım peygamberin Muhammet ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah'ım onun hakkımdaki şefaatını kabul buyur." Ardından Hz. Peygamber şöyle ilave etti: "Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!" Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (bk. Tirmizî, Deavat, 49; İbn Mace, İkame. 5; İbn Hanbel, IV, 138)
- İslamı yaşamada Kur'an ve sünnet dışında vesile aramak; mürşid-i kamili vesile edinmek caiz midir? Kur'an ve hadisteki delilleri nelerdir?
- İslam'ı kitap ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir mürşidi vesîle ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü mürşid, insana Allah'a giden yolda canlı bir örnektir. O'nun denetim ve gözetiminde seyr u sülûk insanın ayağının sürçmesini önler.
Vesîle ve tevessülün cevazını gösteren deliller vardır. Nitekim Kur'an'daki: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yakınlaşmak için vesile arayın!" (el-Maide, 5/35) Vesîlenin ne olduğu hep tartışılmıştır. Amellerin Allah'a yakınlığa vesîle olduğu, amelle tevessül edip Hakk Teala'dan talepte bulunmanın cevazı hadis kaynaklarında "mağara hadisi" diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir. Rivayete göre İslam'dan önce yolculuğa çıkan ve gecelemek üzere bir mağaraya giren, orada bulundukları sırada yağan yağmurdan meydana gelen sel sularının getirdiği bir kaya ile kapıları kapanan üç genç vardır. Bu üç arkadaştan herbiri yaptıkları bir ameli arzederek Cenab-ı Hakk'tan mağara kapısının açılmasını taleb etmişler ve her birinin duasıyla kapı biraz açılmış, ve nihayet sonuncuda kapı tamamıyla açılıp kurtulmuşlardır. (bk. Buharî, İcar, 12; Müslim Deavat, 101) Sünnette Hz. Peygamber'in hadislerinde şahıslara tevessülün cevazını gösteren örnekler vardır. (bk. Buhari, İstiska, 15; Tirmizî, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138) Yine Allah Rasûlü, fakir muhacirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah'tan dilerdi. (bk. Taberanî, el-Mu'cemu'l-kebîr, I, 292)
Tevessül ya ibadet ve amellerle olur, ya da Hz. Peygamber, velî ve salih kişileri vesîle kılarak olur. Amellerin Hakk'a yakınlığa vesîle, Allah'ın rızasına ermede vasıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber'i vesîle almanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabittir.
- Peygamberlerin, Kur'an'ın ve evliyanın şefaatları haktır. Ancak bunlardan dünyada iken şefaat istenilebileceğine dair bildirilmiş bir nass var mıdır?
- Sizin de belirttiğiniz gibi, hadislerde nebîlerin, alimlerin, şehidlerin ve siddîkların kıyamette şefaat edeceklerine ilişkin pek çok rivayet vardır. Yukarıda vesîle konusunda zikrettiğimiz şu hadis, dünyada da Allah Rasûlü'nden şefaat talebinin cevazını göstermektedir. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz'e gelerek: "Ya Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur." demişti. Peygamberimiz: "Abdest al, iki rek'at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah'ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah'ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur." demiş ve ardından Hz. Peygamber şöyle ilave etmişti: "Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!" Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştı. (bk. Tirmizi, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138)
Sûfiler, şefaat olayını genellikle bu dünyadan başlayarak devam eden bir iltifat-ı Nebî olarak görür ve "Şefaat ya Rasûlallah!" derken bu heyecanı duyarlar. Allah Rasûlü'ne salat ü selam getirirken adeta onunla yüzyüze, gözgöze olduklarını düşünürler. Çünkü Allah Rasûlü: "Bir kimse bana selam verince Allah bana rûhumu geri verir. Ben de onun selâmına mukabele ederim." (Ebu Davud, Cenaiz, 94) buyurmaktadır.