Kur'an'ın kullandığı dil nasıl bir dildir? Bu soru oldukça önemlidir, çünkü birçok dini anlayış Kur'an'ın nasıl bir dil kullandığını tam olarak anlayamadığından vahim yanlışlıklar yapmaktadır.
Kur'an'ı okuyanlar sıklıkla "Kâfirlerin kalblerini mühürleriz, kulaklarına, gözlerine ve kalplerine perde çekeriz", "Hidayete erdiren de, delalete düşüren de biziz", "Dilediğimizin rızkını daraltır dilediğimizi artırız", "Rüzgârı estirir, yağmuru yağdırırız", "Zulmedenleri sayha ( zelzele, tufan vs.) helak ederiz" türünden ifadelere rastlarlar. Öyle anlaşılıyor ki Kur'an'ın genelinde Allah'a izafeten "biz" (inna) sigasının kullanıldığı "Allah-merkezli" bir dil kullanılmaktadır. Bütün oluş ve akış "biz" (inna) ifadesiyle anlamlandırılmakta, Allah'ın dışındaki diğer tüm varlıklar ikincil duruma indirgenmektedir.
Haliyle böylesi bir dil şu tip soruları da beraberinde getirmektedir. "Madem Allah kâfirlerin kalplerini mühürlüyor, sonra neden kâfir oldukları için onları cehenneme atıyor?", "Cezanın cehennemde verileceği söylendiği halde neden daha bu dünyada iken günah işlediler diye insanları helak ediyor, cezalandırıyor?", "Neden sefalet içinde açlıktan ölenlere yardım edip onları zengin etmiyor; Çeçenistan'a, Filistin'e el atmıyor, zulüm içinde ölüp gitmelerine göz yumuyor?", "Bu tür ifadeler, Allah'ın iradesi karşısında insanın rüzgârın önündeki yaprak gibi savrulup durduğu izlenimi veriyor; demek ne yazılmışsa başımıza gelecek, geriye yapılacak hiçbir şey kalmıyor? Vs...
Peki Kur'an neden böyle bir dil kullanıyor?
Öyle görünüyor ki Kur'an'da oluş ve akışın "biz" (inna) ifadesiyle anlatılarak, "Allah" merkezli bir dil kullanılması, Allah'ın evrenin ruhu olduğunu göstermektedir. Nitekim Kur'an, yerleri ve gökleri Allah'ın nuru olarak tasvir etmektedir. Yerler ve gökler Allah'tır dememekte, bilakis yerlere ve göklere Allah'ın "nurunu" izafe etmektedir. Şu halde evrenin tüm zerresinde devaran eden canlılık ve potansiyel enerji "nur"dur. Bedenin canlılığını sağlayan enerji ruh olduğu gibi evrenin canlılığını sağlayan enerji de Allah'ın nuru (ruhu, enerjisi, canlılığı) dur.
Tabiat ilahsız olmadığı gibi ilah da tabiatsız değildir. Bunları birbirinden koparmak "deizm" olacağı gibi, birbirinin aynısı görmek de "panteizm" olacaktır. Keza tanrıyı bütün her şeyin belirleyicisi olarak görüp insana ve tabiata hiçbir etkinlik alanı bırakmamak da klasik "teizm"dir. İkbal'in de üzerinde çalıştığı, batıda Hartshoren ve Whitehaead gibi düşünürler tarafından da geliştirilmeye çalışan "pan-enteizm", tanrı-evren veya tanrı-insan "birlikteliğini" öngördüğü için Kur'an'ın Allah-âlem yaklaşımına büyük oranda yaklaşmaktadır. Buna göre tanrı ile evrenin "birliği" veya "ayrılığı" değil "birlikteliği" söz konusudur. Allah ile âlem kozmik bir yolculuk halindedir. Molla Sadra'nın tabirleriyle aslolan "Allah ile" yolculuktur, "Allah'a" veya "Allah'ta" yolculuk değil...
Önü açık bir geleceğe doğru Allah'ın bütün diğer varlıklarla birlikte gerçekleştirdiği bu kozmik yolculuk, İkbal'in deyimi ile Allah'ın insanla birlikte gerçekleştirdiği tarihsel yürüyüşün adı olan kader, birlikte varoluşun dinamik temposu ile gerçekleşmektedir. Bu varoluşsal tempoya zerresine kadar bütün varlıklar kendi ontik karakterleriyle katılmaktadır. Birliktelik böylece sorumluluk getirmekte, bu birliktelikte en büyük sorumluk da Allah'a düşmektedir. Çünkü büyük güçle birlikte büyük sorumluluk gelmektedir. Nitekim Kur'an'da "Rahmeti üzerine yazmıştır" buyuran Allah'ın bir ismi de "el-adl"dır (adalet). Rahmet ve adalet ile hareket eden Allah diğer varlıklara karşı rahman ve rahim sıfatlarıyla muamele etmektedir. İslam düşüncesinde Mutezile'nin savunduğu gibi adalet ile muamele Allah için zorunludur (vaciptir). Bu zorunluluk bizim ona yüklediğimiz bir görev değil, O'nun kendi kendini sınırlamasıdır. Bu ise özgürlüğün ta kendisidir. Zira özgürlük dışardan dayatılan bir mecburiyet değil, aksini yapmaya muktedir olduğu halde kendi kendini sorumlulukla yüklemektir...
Kur'an'ın "biz" (inna) merkezli dilini bu çerçevede anlamak gerekmektedir. Öyle görünüyor ki "Allah" kavramı, tarih boyunca, erdemli ve dürüst insanların "vicdani arayışında" ifadesini bulmaktadır. Allah, somut olarak kendini göstermemekte ve fakat kendisinin arayıp bulunmasını vicdani arayışlara bırakmaktadır. Böylece O'nun iradesi, dünyada, insanlığın çektiği acılara ve ızdıraplara çareler arayan erdemli ve dürüst (el-emin) bir insanın vicdanından fışkıran söz olarak görünmekte, insanlığa bu vicdani kanaldan girerek seslenmektedir. Bu anlamıyla Fazlurrahman'ın dediği gibi vahiy hem peygambere hem de tümüyle Allah'a ait bir kelamdır. Tabiri caizse, Kur'an, aşağıdan yukarıya Abdullah'ın oğlu Mekkeli Muhammed'in (s.a.v.) vicdani arayışının bir "inkışafı", yukarıdan aşağıya ise Allah'ın bu arayışlara bigane kalmadığının bir göstergesi, birlikte varoluşun dinamik temposuna "inzal" yoluyla katılımdır. Birlikteliğin sorumluluğuna "ses" vererek, acılara ortak olarak iştiraktir.
Allah'ın iradesinin söze (kelama) dönüşmüş, kelimelere dökülerek makulat alanına girmiş şekli olan Kur'an'ın dili, bu nedenle, "varlığın dili" dediğimiz bir uslupladır. Kur'an insanla vahiy yoluyla konuştuğu gibi, birlikteliğe katılan diğer varlıkları da sanki canlı bir insan gibi konuşturmaktadır. Kur'an'da dağlar, taşlar, yerler, gökler, sular, zelzeleler, karıncalar, kuşlar vs. dile gelmekte, ilahi kelam olarak "ses" vermektedirler; "Dağlara dedik ki ister itaat ederek ister isyan ederek gelin, dediler ki itaat ederek geliyoruz", " "Yere dedik ki suyunu çek, su çekildi, gemi karaya oturdu", "Ateşe serin ol dedik, ateş gül bahçesi oluverdi", "Asanı suya vur dedik, deniz ikiye yarıldı" vs. ifadelerinde hep "varlığın dili" uslubunu görüyoruz. Hatta öyle ki inkârcıların küfrü bile "Kalblerini mühürledik, uyarsan da uyarmasan da iman etmezler" şeklinde açıklanmaktadır. Keza İsrailoğullarının Babil sürgünü anlatırken "Yeryüzünde iki defa fitne çıkaracaksınız, ilkinde güçlü kuvvetli kullarımızı üzerinize salıp sizi yurdunuzdan çıkardığımız zaman..." denilerek, İsrailoğullarını Filistin'den çıkaran putpereset Babil ordularına "güçlü kuvvetli kullarımız" denmektedir.
Bütün bunlar gösteriyor ki Kur'an'ın dili "varlığın dili" ile konuşan bir dildir. Allah, oluş ve akışı tümüyle sahiplenmekte ve "biz" ifadesi ile açıklamaktadır. Zira İkbal'in dediği gibi evrenin kozmik akışı Allah'ın davranışıdır. Bize görünen, "fiil" olarak boyuna yenilenen yaratmadır (halk-ı cedid). Bize bu yaratmaya "katılma" iradesi verilmiştir. İnsan özgür iradesi ile bu varoluşsal tempoyu yakaladığı zaman, Allah ile birlikte çıktığı yolculuğun farkına varacak, O'nunla dinamik bir ilişkiye girmenin muhteşem heyacanını yaşayacaktır.
Kur'an, insana, varoluşun dinamik temposunu yakalamasını sağlayacak varlıkların diliyle seslenmektedir. Öyle görünüyor ki bu dilin amacı insanda "Allah" şuuru uyandırmaktır. Oluş ve akışa tepki verdirterek insanların vicdanını kıpırdatmaktır. Vicdanı kıpırdayan insan "birlikte yolculuğun" farkına varacak, Allah dâhil birlikteliğe katılan tüm varlıklara karşı sorumluluğunun bilincine varacaktır. Birlikteliğin ahlâk ve adaletle ayakta durduğunu görecek, böylece kendisini ahlak ve adaletle sınırlandıracaktır. Bunu içten gelen bir sorumluluk bilinciyle (takva) yapacaktır.
Birlikteliğe katılan varlıklardan, özellikle özgürlük ve yaratıcılıktan kendisine pay verilmiş olan kimi insanlar, Allah'ın varlığını görmezden gelmekte, hatta onu yok saymaktadırlar. Böylece büyük bir sorumsuzluk örneği sergilemektedirler. Birliktelik sürecinde evrenin zerresindeki bir karıncanın bile kimliğini ve kişiliğini yok saymak, çiğneyip geçmek sorumsuzluk olarak görülürken, bütün evrenin sahibini yok saymak gerçekten büyük bir sorumsuzluktur. İşte Kur'an bu tür insan varlıklarının (hem de çok sayıda) bulunduğunu bildiği için, onlardaki unutkanlık ve inkârı gidermek amacıyla oluş ve akışı anlatırken boyuna "Allah" kavramını öne çıkarmaktadır. Bu amaçla olsa gerek Kur'an tümüyle "Allah" merkezli bir dil ile örülmüştür; Her şeyi yapıp eden odur, her nereye dönülse O'nun "vechi" ile karşılaşırız. Yağmuru yağdıran, suları akıtan, canlıları yaratan, güneşi, ayı, yıldızları döndüren, gece ve gündüzü birbiri ardınca çeviren, hidayet veren, delalet düşüren, rızkı daraltan, genişleten vs. hep O'dur. Allah'ı unutarak veya inkâr ederek büyük bir sorumsuzluk örneği sergileyen bu nankör insanlar görmeli ve bilmeli ki bu evrenin bir sahibi vardır. O'nu unutarak veya inkâr ederek büyük bir haksızlık yapmakta, hadlerini aşmaktadırlar. Bir an önce bu yanlışlıktan vazgeçmeli, Mutlak Varlık'ın "Her nereye dönseniz oradayım" diyen sesine kulak vermelidirler. Bunu anlamak için sayılıp dökülen enfusi ve afakî deliller üzerinde düşünmelidirler. Aksi halde unutkanlık ve inkâr içinde ölüp gitmeleri büyük bir hüsran olacaktır.
Görülüyor ki ilahi hitabın tabiatı, muhatabını unutkan ve nankör bir varlık olarak gören bir önbakışa sahiptir. O bilmektedir ki insanların büyük çoğunluğu gaflet ve delalet içindedir. Bu nedenle biteviye "Allah" kavramını gözlerinin içine içine sokmaktadır.
Öyle görünüyor ki Kur'an, eğer insanlar varlıklar içinde, örneğin karıncanın varlığını unutsalar veya inkâr etselerdi "karınca merkezli" bir dil kullanarak, butün oluş ve akışı karınca merkezli açıklayacaktı. Birlikteliğe katılan diğer varlıklar ikincil duruma indirgenecekti. Şu halde insanlarda "Allah" şuuru uyandırma amacında olan Kur'an'ın dili "Allah" kavramı etrafında örülmüştür. Nitekim Kur'an'da en çok geçen kelime Allah kelimesidir. Allah kavramı öne çıkarılarak diğer varlıklar ikincil duruma indirgenmiştir. Bu, onların özerk benliklerini ve bağımsız varlıklarını yok saymak anlamında değil, Mutlak Varlık'ın oluş süreci içindeki "zorunlu" fonksiyonunu kavratmak içindir.
Basit bir örnek verecek olursak, örneğin Galatasaray futbol takımının UEFA şampiyonu olmasında Fatih Terim'in varlığını unutan veya inkâr eden birisine hitaben konuşan bir dil, Fatih Terim gerçeğini öne çıkaran, diğerlerini ikincil duruma düşüren, hatta yer yer yok sayar gibi görünen bir dil kullanacaktır. Bütün her şey sanki Fatih Terim'den ibaretmiş, ondan başkası yokmuş gibi konuşacaktır. Olayda Fatih Terim'in yaptıkları, önemi, etkisi, katkısı vs. bir bir sıralanacak ve "Hala onu yok mu sayıyorsunuz" diye soracaktır. Burada amaç olayın rasyonel izahını yapmak değil, olaydaki Fatih Terim gerçeğini muhatabına kavratmak, onu yaptığı haksızlıktan ve sorumsuzluktan vazgeçirmektir.
İşte Kur'an bu dille kozmik oluş ve akıştaki "Allah" gerçeğini unutan veya inkâr edenlere seslenmektedir. Nankörün vicdanında "şuur" uyandırmak istemekte, uyanan şuurun da devamlı ve kalıcı olmasını murat etmektedir. Buna, Allah'a inandığı halde zaman zaman dürtülerinin ve batıl bağımlılıkların etkisinde kalarak, O'nu unutan, yer yer hayatından çıkaran Müslümanlar da dâhildir. Maksat önce şuuru uyandırmak, sonra da uyanan şuurun sönmemesini, kalıcı olmasını sağlamaktır. Bunu sağlayacak olan insani eylemler ise tefekkür, düşünme, akletme, nimete şükür, içtenlik (ihlâs), sorumluluk bilinci (takva), erdem ve dürüstlük yolunda (sırat-ı müstakim) sebat, yanlışı itiraf (tevbe) ve özür dileyerek bağışlanma dileme (istiğfar), birlikteliğe saygı (ahlak ve adalet), ortak iyiliklere (maruf) hizmet, ortak kötülüklerle (münker) mücadele vb. davranışlardır. Bütün bu ve benzeri davranışlar şuurun uyanması, devam etmesi ve birlikteliğin zarar görmemesi için gereklidir...
Kur'an'ın "biz" (inna) ifadesinde odaklanan "varlığın diliyle" konuşan uslubunu anlamak, bizi lâfzîlik, şekilcilik ve yüzeysel okuyuşlardan kurtaracak, Kur'an'ın deruni boyutuyla dinamik bir ilişki içine girmemizi sağlayacaktır...