ZEMZEM KUYUSU
La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah
Mekke ve çevresinin idaresi İsmail aleyhisselam'ın vefatı ile oğlu Sabit'e
kaldı. Sabit'in ölümünden sonra halk arasında bölünmeler meydana geldi.
Mücadeleler Cühümiler kabilesinin üstünlüğü ile bitti. Ancak bir zaman sonra
iktidara sorumluları, adaleti ve tarafsızlığı terkederek zulme sapmıştı.
Milletin malını bile elinden almaya aklkışan Cürhümilerden dolayı gün geldi
şikayet ve feryatlar ayyuka çıkmaya başladı. Haksızlıklar dayanılmaz ölçülere
varınca; ismail Peygamber nesli, terkrar derlenip toparlandı ve yapılan bir
savaşta Cürhümileri mağlup etti. Yenik taraf, aman dileyince eşyalarını alıp
asıl vatanları olan Yemen'e gitmelerine izin verildi... ancak iş başında iken
zulüm yapan ve bu yüzden beddua alan bu kabile mensupları, az bir zaman sonra
bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak teker teker ölüp gittiler.
Cürhümiler, aman dileyip beldeyi İsmail Peygamber soyuna teslim etmeden hemen
önce ve son an ve son dakikada huyları icabı bir kötülük işlediler. Yabancı
devletlerden mbirinin hediye ettiği altın mbir ceylan heykeli ve kılıç, kalkan,
gürz, zırh... gibi Kabe hazinesine mahsus kıymetli eşya namına ne var ne yoksa
hepsini zemzem kuyusuna doldurdular ve ağzını taş toprakla akapatarak yerini
belirsiz hale getirdiler. Herhalde dönüp Mekke'yi geri alacaklarını düşünüyor ve
bu sebeple hazinenin ele geçmemesi için böyle hareket ediyorlardı.
ismail aleyhisselam evladı, nihayet Mekke ve civarında hükümran oldu ama
hafızalardan silinen bullur sulu zemzem kuyusu kaybolup gitti. Mekke ve Kabe,
asıl sahiplerine dönmüştü.. Şifa pınarı zemzem ise kimbilir kaç yıl gözlerden
saklı, besmeleli mü'min ağızlara hasret, için için kaynayıp duracaktı?
Cürhümilerin yığdığı taş, toprak senelerin geçmesi ile katmerleşti ve altta
kalan ilahi armağanı gözlerden büsmütün sakladı. Bu şartlarda canlara can katan
zemzemin yerini bulmak mümkün değildi... yalnız bu imkansız zannedilen aklın
çerçevlediği sebep-sonuç münasebetine göre. Ya aklı aşan sebepler, aklın
kavuşamadığı bölge?.. Allah, isterse hangi imkansız gerçekleşmez ki?
Zaman bir müjdeye, toprak, sökmesi yakın bahtlı şafağa hazırlanıyordu... Mekan,
ilahi fermanla, gelmekte olan "Adı güzel kendi güzel Muhammed" aleyhisselam için
yeniden donatılıyordu...
-Ey Abdülmuttalip, kalk ve zemzem kuyusunun üzerinde taş toprak ne varsa
kaldır!..
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Kabe'ye komşu olan evinde uyurken bu hitap
üzerine yatağından korku ile doğruldu. Bir müddet gördüğü rüyanın ne manaya
geldiğini sökmeye çalıştı; fakat bir şey anlamadan yeniden uyudu. Ancak rüyadaki
ses, emri tekrarladı. Yine uykudan sıçradı. Zihninde izaha kavuşturulmayan
sorular birbirini takip ediyordu.. Buna rağmen uyumaktan başka çaresi yoktu.
Ses, emri üçüncü defa verince gördüklerini yorumlatmak için kalkıp Kureyş'in
tanınmış tabircilerine gitti ve olanları anlattı. Bu kişiler:
-Rüya rahmani ise yine görürsün, dediler.
Aradan bir iki gün geçtiği halde Abdülmuttalib, o garip rüyayı bir daha
göremedi. Bundan dolayı merak ve üzüntüsü günden güne artıyordu:
-Acaba rüya rahmani miydi, değil miydi?
Zihnini günlerce bu soru meşgul etti. Nihayet bir gün rayayı ördüğü odada
uykudan önce ellerini kaldırarak:
-Ey merhametli Allahım! Bu rüyanın sırrını neler yapmam gerektiğini bana
bildirmeni diliyorum, diyerek can evinden yalvardı ve az sonra uyuya kaldı.
Abdülmuttalib'in isteği, bütün zamanların ve bütün mekanların en üstünün
hürmetine kabul olmuştu. İşte aynı ses...
-Ey Abdülmuttalib kalk ve zemzem kuyusunu ortaya çıkar!
Abdülmuttalib:
-Zemzem suyu nedir?
-Cebrail'in ayağını vurduğu yerden çıkmıştır. Peygambere ait bir mucizedir.
Dünyanın dört tarafından gelecek hacılara yetecek kadar bereketlidir. Zemzem'den
içen susuzlar kanar, açlar doyar,hastalar iyileşir.
Kuyunun yerini bulmam için bir iz, işaret var mı?
-Mescid-i Haram'a yakın iki put vardı. Kafirler, bu putlar uğruna hayvan
kestiklerinde işkembesini çukurca bir yere dökerler. Sen orada iken kırmızı
gagalı bir karga gelecek ve işkembe artıklarını yemek için toprağı
gagalayacaktır. Az sonra gagalanan yerin altından bir de kanrınca yuvası
çıktığını göreceksin... İşte orası zemzem kuyusunun ağzıdır.
Sabah olduğunda Abdülmuttalib, doğruca putların bulunduğu yere gitti. Biraz
sonra puta tapanlar gelip tanrıları için kurban kestiler ve işkembe ve
barsakları rüyada tarif edilen yere attılar. Derken kırmızı gagalı karga göründü
ve yeri gagalamaya başladı; az sonra karınca yuvası da ortaya çıktı. Her şey
aynen rüyadaki gibi gençekleşmişti. O halde olanlar hayırlı ve rüya doğru idi.
Oradkiler uzaklaşınca sevgili Peygamberimizin sevgili dedesi, rüyada söylenen
yeri kazmaya başladı.
Kazı işi biraz ilerlemişti ki haberi alan Kureyşli müşrikler oraya koştu:
-Biz, taptığımız putların yanına kuyu kazdırmayız! diyerek Abdülmuttalib'e mani
olmak istiyorlardı. Bir sürü münkir içinde kalan Abdülmuttalib, yaptığı işin
büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu:
-Bu, öyle her hangi bir kuyu değildir. Bu, ilahi kıymet taşıyan suya "Zemzem"
denir. İsmail Peygamberin yadigarıdır.
Putperestler, fena diş biliyorlardı. Ne var ki kaba kuvvet gösterileri sökmedi;
Kureyş'in bu soylu insanını bir adım şöyle dursun, bir ayak boyu bile
geriletemediler. Bunun üzerine kuyuya ortak olmak istediler; bu telifleri de
reddedildi.
-Öyle ise, dediler, ünü bütün ülkeleri tutmuş aklı ve ilmi hepimizce kabul
edilen Şam kahihine gidelim; ihtilafımızı anlatalım, vereceği karara her iki
taraf da uysun!
Abdülmuttalib, bu hal tarzına "Peki" dedi. Bunun üzerine her kabileden bir
temsilci ve Peygamber efendimizin dedesi develere binerek Şam yoluna düştüler...
Mevsim yaz, hava sıcak. Güneş, kavurdukça kavuruyor. Çöller, avını yutmaya hazır
alev dilli ejderha.
Şam yolcuları bu manzara kum denizlerini aşmaya çalışıyor. Ne var ki geride
kalan mesafelerle beraber su ve her türlü serinletici nesne tükenmiştir. Nihayet
Nihayet öfkeli çöller bu cür'etli yolcuları teslim aldı.
Dermansız kalan dizler çözüldü ve oldukları yere külçe gibi yığıldılar.
Saniyeler, saat gibi uzun ve geçmeyen cinsten. Sadece dudaklar değil, belki
diller de yol yol çatlamış. Kimsede suya dair bir ümid yok. Olması da mümkün
değil.
Ancak bu halde ne vakte kadar beklenecektir? Abdülmuttalib:
-Böyle durmakla elimize hiç bir şey geçmez! Az daha gidelim. Rabbimden ümidli
olalım; olur ki su buluruz, dedi.
Çökmüş olan develere nerede ise sürünerek bindiler. Hayvanların sırtında bile
zor duruyorlardı. Henüz hareket etmişlerdi ki, o şanslı deenin devesinin ayağı
bir taşa takıldı ve yerinden söküp attı... Tablo inanılacak gibi değildi.
Devenin çıkardığı taşın yuvasından tatlı ve serin bir su akıyordu.
Sudan kana kana içip kablarını doldurdular ve ölümün eşiğinden yeniden hayata
döndüler. Bir farkla ki kabile temsilcileri sadece hayata dönmemiş, ezik ve
mahcup olarak Şam yolunda da geri dönmüşlerdi.
Bu inanılmaz vak'ayı hep birlikte yaşayan yol arkadaşları Abdülmuttalib'e:
-Ey Abdülmuttalib, o kuyuyu kazmak senin hakkındır. Bunu geç de olsa anladık
Kimse mani olamaz. Dönelim herkes işine baksın! Demek zorunda kaldılar ve hep
beraber Mekke'ye geldiler.
Abdülmuttalib, kuyuyu kazmaya, kaldığı yerden devam etti. Zemzem kuyusunu tekrar
ortaya çıkarma işinde yalnız oğlu Haris'ten yardım görüyordu. Bu sebeple Cenab-ı
Hak'tan Haris'ten başka kendisine on oğul daha vermesini diledi:
......
Abdülmuttalib'in bu duası kabul olmuş erkek evlat sayısı zamanla onbiri
bulmuştu.
Oğulları ile beraber kuyuyu kazan Abdülmuttalib, yıllar sonra zemzem suyunu ve
Cürhümilerin kuyuya doldurduğu hazineyi buldu. Kureyşliler bu defa da:
-Kuyu, dedelerimizin mirası; içinden çıkanlar bizimdir, diye direttiler.
Abdülmuttalib:
-Siz bu kuyuyu kazarken bana yardım etmeyip bilakis zorluk çıkardınız. Şimdi
hangi hakla mirasçılık iddia ediyorsunuz? diyerek onları azarladı veilave etti,
bununla beraber, "Kur'a çekelim, hangi mal kime çakırsa onun olsun" dedi.
Kılıç, kalkan gibi savaş malzemelerini bir tarafa, altın ceylanı bir tarafa
ayırdılar ve Kabe-i Şerif, Kureyşliler ve Abdülmuttalib adına kur'a çektiler.
Altın Ceylan Kabe'ye, harp aletleri Abdülmuttalib'e çıktı. Kureyşlilere bir şey
isabet etmedi.
Altın ceylanı Kabe kapısına astılar; uzun yıllar, kapıda asılı kaldıktan sonra
bir gece Ebu Leheb sarhoş iki arkadaşıyla gelip heykeli çaldı ve götürüp sattı.
Zemzem kuyusunu bulmak Abdülmuttalib'in şan ve şerefini daha da yükselmişti.
Zaman, ırmaklar misali büyük müjdeye doğru akıyordu.
KURBANLIK
Rahmetim gazabımı geçmiştir.
Hadis-i Kudsi
Zemzem kuyusu çetin ve uzun mücadelelerden sonra tekrar Kabe'ye ve ziyaretçilere
kazandırılmış; ceddi İsmail Peygamberin, hatırasını yok olmaktan kurtarıp
şenlendirdiği için Abdülmuttlib'in şan ve şöhreti dört bir tarafı tutmuştu
ama... bir şey unutulmuştu... bir vaad... bir söz!...
Taşlanmış toprağı kazma kürekle yenip suya varmak için uğraşmaktan mecalinin
tükendiği bir anda Abdülmuttalib, ellerini açıp yüce Allah'a yalvarmıştı:
-Ya Rabbi! Bana on erkek çocuğu daha verir de onlarla birlikte kyuyu
kazabilirsem oğlumun birini sana kurban edeceğim...
İsmail aleyhisselama tabi bir mü'min olan Abdülmuttalib'in duası kabul olmuş;
lakin aradan geçen uzun seneler sebebiyle söz unutulmuştu...
Fakat!...
Duyan, gören, bilen ve unutmak gibi her çeşit kusur ve eksiklikten uzak olan
Allahü teala, kulunun vaadini unutmamıştı.
.....
Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir adam gördü. Adam, emreden bir eda ile:
-Ey Abdülmuttalib, kurban sözüne sadakat göster! dedi.
Abdülmuttalib endişe ile uyanır uyanmaz hemen bir koç kurban etti; sonra yattı.
Gözlerini yumar yummaz rüyada yine bir takım insanlar, emri tekrar ediyorlar:
-Koç'tan daha büyük kurban kesmelisin!
Hemen kalkıp bir sığır kesti ve uyudu; ancak rahat bırakılmıyor:
-Daha büyük bir şey kurban eyle!
Bu sefer bir deve kurban etti. Yine yattı. Rüyada bir nida:
-Ey Abdülmuttalib, daha büyük kurban kesmelisin! Abdülmuttalib, hala sözünü
hatırlayamamış, "büyük kurban"dan neyin murat edildiğini bir türlü
anlayamamıştı. Sordu:
-Daha büyük olan ne ola ki?
-On oğlun oldu. Zemzem kuyusunu bulmakla maksadın gerçekleşti. Şimdi
oğullarından birini kurban et. Böyle söz vermiştin; vaadini yerine getir!...
Abdülmuttalib, yataktan fılarcasına kalktı. İstırabı o kadar büyük, o kadar
derin, kendisi o kadar şaşkındı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu.
Evet; vaadini hatırlamıştı... şimdi başı iki elinin arasında düşünüyordu. Söz...
Allah'a söz verilmiş; Yüce Allah, O'na evlatlar ihsan etmişti. Tıpkı İbrahim
Peygamber gibi O'nun da nezrine uyması isteniyor, rüyada sürekli olarak ikaz
ediliyordu.
Ahde vefa gösterilmeli; söz muhakka yerini mulmalıydı. Ya can parçası, göz nuru
evlad?
Başka ihtimal yoktu. Her şeyi yoktan varedene oğlunun birini iade edecekti...
bağrına taş bastı ve yavrularını uyandırdı. Meseleyi yavaş yavaş, alıştıra
alıştıra onlara söylüyordu. Delikanlılar:
-Baba, dediler, ister birimizi istersen hepimizi kurban et; biz emrinizdeyiz.
Sen üzülme yeter!
Gençler, böylece detli babaya teselli ve destek oldular; O'na cesaret verdiler.
Mustarip baba, bu tarifsiz fedakarlık karşısında gözyaşlarını gizleyerek,
oğullarına, her birinin ismini bir ok üzerine yazıp getirmelerini söyledi...
Az sonra yazılı oklar gelmişti. Abdülmuttalib ve oğulları adete göre kur'a
çektirmek için okları gece gündüz Kabe'yi bekleyen Kabe muhafızına götürdüler.
Yapılan çekilişte kurbanlık isim belli oldu: Abdullah!... Abdullah! Yani,
Abdülmuttalibin en çok sevdiği, bütün o çevrenin gözünün üstünde olduğu oğul.
Alnında ahir zaman Peygamberine ait nurun Ülker yıldızı gibi parladığı oğul!...
Allah, öyle takdir etmiş; kur'a bu yüksek yaradılışlı evlada isabet etmişti.
Girilen yoldan dönüş olamazdı; Abdullah kurban edilecekti!...
Abdullah, Abdülmuttalibe, Abdülmuttalib, ilahi emre; her ikisi insana kendinden
daha yakın, öz anne babasından daha merhametli yüceler yücesi Allah'a teslim
olmuştu. Sır da burada olmalıydı... Zor bir anında Rabbine iltica etmiş, O'ndan
yardım instemiş karşılığında bir söz vermişti. Abdülmuttalib, şimdi ölçüyü aşan
vaadinden dolayı imtihana çağırılyor ve böylece insanların ölçü içinde kalmaları
hangi şartlarda olursa olsun haddini aşmamaları ihtar ediliyordu... Ya Abdullah?
İnsan, cin, melek, ve bütün mahlukların... yaşamış, yaşayacak ve yaşayan her
canlının en üstününe baba olacak bir insanın hem de genç yaşta imtihanların en
zoru ile; canını feda etme kahramanlığı ile tecrübe edilmesi... O'nun mevkii
buydu ve teslimiyeti ile bu kahramanlığı isbat ediyordu. İşte babası
Abdülmuttalib, bir elinde parıl parıl parlayan keskin bir bıçak, bir elinde
oğlunun bileği, iki yanda Abdullah'ın anne ve kardeşlerri kurban kesme yerine
gidiyorlar.
Kureyş kabilesi "Abdullah'ı babası kurban ediyor" haberi ile çalkalanıyor.
Herkes iliklerine kadar donmuş ve şaşkın. Şaşkınlığı ilk yenip kurban yerine
yetişen Abdullah'ın annesinin akrabaları olan Beni Mahzum oğulları. Ve onları
takiben Kureyş büyükleri. Abdülmuttalib'e muhalefet büyüyor:
Eğer böyle bir kurban kesilirse, çok kötü bir geleneğe yol açılır. Herkes olur
olmaz yere çocuğunun boğazına bıçağı dayar. İffeti ve güzelliğinden başka
konuşması bile kardeş ve akranlarından daha üstün olan bu çocuğa yazık olur,
şeklinde izahlarla Abdülmuttalibi iknaya çalışıyorlardı...
Uzun tartışmalardan sonra meseleyi Hicaz'da oturan meşhur Kahin Şüca'ya
götürmeye ve O'nun diyeceğine uymaya karar verdiler.
Bunun üzerine Abdülmuttalib ve şahıha katılan birkaç kişi Hicaz'a giderek
tanınmış Kahini buldular. Kahin:
-Sizde bir insanın diyeti kaç devedir? diye sordu.
-On devedir, dediler.
-Öyleyse Abdullah'ın bedeli olarak deve kurban edeceksiniz... Bunun için de
Abdullah'ı bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyarak kur'a çekin. Kur'a develere
çıkarsa bunları kesersiniz. Abdullah'a çıkarsa, develere on tane daha ilave
ederek kur'a çekmeyi yenileyin. Yine Abdullah'a çıkarsa bir on deve daha ilave
edin. Böylece kur'a develere isabet edene kadar onlu ilaveler yaparsanız, dedi
ve gelenleri memleketlerine geri yolladı.
Onlar gele dursunlar. Mekkelilerde heyecan son noktasında. Nihayet beklenen
yolcuların ufukta belrdiğini gözetleyiciler haber verdi...
Kahinin buluşu Mekke'nin putperest, hıristiyan, yahudi, İbrahim ve İsmail
Peygamber dinine mensup bütün kabile ve mensuplarını sevince boğdu...
Meraklıların önünde ve bir tarafta gözlerin bakmaya kıyamadığı Abdullah, bir
tarafta dünyaya metelik vermez tavırlar ile sakin sakin geviş getiren develer
olduğu halde Kur'a çekmeye başlandı. Ne var ki, her defasında kur'a Abdullah'ı
gösteriyor ve on deve ilavesi ile çekim tekrarlanıyordu... ta onuncu defa kur'a
çekilene kadar. Onuncu çekilişde kur'a, sayıları yüze varan develere isabet
etti...
Herkeste sevinç, taşkınlık... Fakat, Abdülmuttalip ağır başlı ve temkinli;
kur'ayı bir kere daha yeniledi; evet bunda da kur'a develere çıktı. Gönlü
rahatladı, sırtından koca dağlar kalktı Rabbine şükretti.
Hemen oracıkta yüz deve bir biri ardısıra kurban edildi. İnsanlar, hayvanlar,
kuşlar günlerce bu etlerle geçindiler.
Böylece Abdülmuttalib ve Abdullah yeryüzündeki büyük değişikliğe az bir vakit
kala imtihandan yüz akı ile çıktılar.
Bundan sonra Abdullah "zebih" yani "kurbanlık" lakabı ile çağrıldı. Nitekim
İsmail aleyhisselam da benzeri bir hadiseyi yaşadığından O'na da "Zebih"
denmişti. Bunun için azizler azizi sevgili Peygamberimize "İbnü'z-Zebihayn",
"iki kurbanlığın oğlu" denilmiştir.