MEKTUP
Ya Habiballah bize imdad kıl,
Son nefes didarun ile şad kıl.
(Süleyman Çelebi)
Vakit, ahir zaman Peygamberinden bin yıl önce.
Humeyr ibni Redi, hemen bütün ortadoğu'ya hükmeden bir hükümdar.
Kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile kudretli bir ordusu var. Yolu batıl;
ateşe tapıyor. Buna rağmen kendilerine pek kıymet verdiği, işlerini danıştığı
dört bin kişi var ki hepsi has müslüman ve alim.
Humeyr, bir gün maiyeti ile birlikte tantanalı bir halde Mekke'ye geldi... Fakat
O'nun gelişi Mekkelileri alakadar etmedi. Herkes işinde ve her şey akışında.
Bu aldırışsız soğuk karşılama hükümdarın fena şekilde canını sıktı. Vezirlerini
huzura çağırdı ve halktaki bu kendinden eminliğin sebebini sordu.
Vezirler:
-Buranın insanları araptır; asil kimselerdir efendimiz. Kabenin korunması onlara
verilmiştir. Bundan dolayı değerleri yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın
verdiği şerefle soğuk duruyorlar olabilir.
-Demek öyle!!!
Humeyr'in kafasında soysuz bir plan doğdu;
Kabe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri askerine yağmalatacaktı...
Ancak bu fikirle beraber ve aynı hızla kafasına bir şey daha gitmişti: Müthiş
bir ağrı... ağrının şiddetinden burnunudan ve gözlerinden kimsenin yanınna
yaklaşamadığı pis kokulu bir su akmaya başladı.
Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an şiddetini arttırıyordu. Bütün sağlık
arayışları savallı kalınca; O, ülkeler hakimi Humeyr, yaşamaktan yana iyiden
iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifa aramaktan geri durmuyordu.
Hastalığına bir çare bulması için mbaş vezirine emir verdi; O da hekimlere.
Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş bu hastalığı iyileştirmek için
günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler nafileydi. Emekler boşa gitmiş; çare
bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim adamlarına danışıldı. Alimler, bu
amansız dert için düşünmeye mbaşladılar: "Bu hastalık neden olmuştu ve niçin
çare bulunamıyordu?" Bir alim, uzun uzun düşündükten sonra sebebi bulduğunu
anladı. Baş vezire giderek:
-Hükümdar şayet sırrını bana açar ve sorularını cevaplandırırsa derdinin
dermanını söylerim, dedi. Başvezir çok memnun kaldı. Birlikte Humeyr'e geldiler.
Vaziyet kendisine anlatıldı. Alimin, sorularını hiç bir gizli-saklı taraf
bırakmadan açıklaması bilhassa hatırlatıldı.
Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler dehşetli pis kokudan büyük sakıntı
çekiyorlardı.
Dötbin kişiden biri olan alim sordu:
-Bu sıralarda Kabe-i Şerif için aklından kötü bir şey geçki mi?
Hasta, derin ve uzun inleyip karşısındakileri boş ve manasız gözlerle süzdükten
sonra dudakları kıpırdadı.
-Evet! O'nu yıkmak istedim.
Cümlenin başı ve sonu arasında kurşundan dakikalar geçmişti...
-Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne mekkelilerin, ne de Kabenin bize bir zararı
olmadı!
-Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet etmedi. Hatta hürmetin kırıntısına
bile rastlamadım. Halbuki her gittiğim yerde insanlardan büyük saygı görürdüm...
-Burada göremeyince...
Pis kokulu sulardan yatak, yorgan ıslanmış her taraf batmıştı. Hizmetçiler boş
yere koşuşturuyordu.
-Mekkelilerden hürmet göremeyince üzerine titredikleri Kabeyi yıkmak, halkı
öldürmek, mallarını askerlerine yağmalatmak istedim.
-Ve başına gelenler de bu niyetinle beraber geldi!
-Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir ağrı girdi ve dünyamı zindan eden bu
hastalığa yakalandım...
Bu cümleden sonda odayı bir sessizlik kapladı... sanki alimle hasta arasında
upuzun ve kavuşulmaz çöller vardı.
Humeyr meraklı ve uzaktan alimin yüzüne bakıyordu. Hastalığı ile bu konuşulanlar
arasında ne münasebet olabilirdi ki?...
-Hükümdarım tutulduğun hastalığın sebebi işte bu fikrindedir. Zira yıkmak
istediğn o Kabe'nin sahibi olan yüce Allah, gizli niyetleri de bilir. O'nun
yanında gizli aşikar farkı yoktur.
Susmuş ve dinlemeğe durmuş çöl yeniden hışırdamağa, rüzgar tok seslerle boşluğu
yara yara koşmaya başlamıştı.
-Bilmez; hiç bilmezdim!
-Şifa bulman bu bozuk niyetinden vazgeçmene bağlıdır. Eğer Kabe için taşığın
kötü düşünceden cayarak güzel niyetler beslersen iyileşirsin.
Humeyr, derhal tövbe etti... alim, mbunun üzerine Kabe-i Şerifi, yapanı yapılış
sebebini uzun uzun anlattı.
Başvezir ve alim oradan kalkmadan hükümdar tekrar eski sağlığına kavuştu.
Ve üstelik İbrahim aleyhisselamın dinini kabul ederek müslüman oldu. Beytullah'a
karşı hürmet ve muhabbet duyguları ile bağlandı. Edep ve usülünü öğrenerek
Kabeyi ziyaret etti. Eski kibir ve gururunu terkedip alçak gönüllü bir insan
oldu.
Bir kaç gün son da bir sultan sofrası hazılattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul
bütün Mekkelileri yedirip içirdi.
Bu ziyafeti verdiği gece rüyasında bir ses işitti:
-Mekke ahalisine itibar gösterdiği gibi Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere
bürü!
Serin bir çöl gecesinde görülen bu rüyanın sabahında Humeyr, Kabe'ye hasırdan
bir örtü yaptırarak ölttü. Sevincine diyecek yoktu. Fakat gece rüyasında:
-Hasır O'na layık değildir. Daha güzel örtü yaptırmalısın! diye bir nida duydu.
Bu sefer kumaştan mbir kılıf diktirerek Kabe-i Şerife giydirdi. Ama rüyasındaki
ses, bu kumaşın da uygun olmadığı ve diğiştirilmesini istedi. Bunun üzerine
devrin en pahalı kumaşlarından bir örtü dirtirerek altın ve gümüşlerle süsletip
Kabe'ye örttürdü.
Ayrıca, Kabe-i Şerifin içinde bulunan putları dışarı attırarak kilitli bir kapı
yaptırdı; insanların kirli halde Allah'ın evine yaklaşmalarını yasak etti.
Humeyr, bu güzel hizmetlerinden sonra Kabe'nin anahtarını Mekkelilere teslim
ederek aydınlık Medineye doğru yola koyuldu. Medine o devirde çıplar; ne bir
bitki var görünürde ne mbir ağaç. Kum, taş, tepe ve eriten güneş sıcaklığı.
Ufuklar sır vermiyor. Acaba gölgelenecek bir yer yok mu?
Humeyr, dörtbin kişilik danışmanlarından dört yüzünü alarak bütün Medine'yi
makışı gören yüksek bir tepeye tırmandılar. Gözler, ordunun konaklıyacağı uygun
bir yer arıyor... Ama uyanık kalbli o dörtyüz seçme insan, başka bir şeyi
farkettiler. Elleri ile gözlerini güneşin göz kamaştıran parlaklığından
koruyarak çevreyi incelerken sanki sessizliğin en derin noktasından kulaklarına
bir şeyler fısıldanıyordu. Toprak bir çift söz söylüyor gibiydi... O, Mekke'den
işte bu Medine şehrine, buradan sonsuzluğa geçecektir. Şüphe yok ki eski ilim
sahiplerinin kitaplarında sözünü ettikleri yer burasıdır...
Aralarında şu kara vardılar: "Şartlar çetin ve ağır; ama olsun; kavuşulacak
şeref de o kadar yüksek ve mübarek. Biz burada yerlerek son Peygamberi
bekleyelim. Olur ki O'nu görmek bahtına ereriz." kararlarını hürümdara açtılar.
-Önceki alimlerden okuduğumuz bilgilere göre bu yer, en son ve en yüce
Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekandır. Şerefli namı Muhammed
sallallahü aleyhise ve sellem, güzel dini ebedidir. O'nun ordusuna alemlerin
Rabbi yardım eder. O tac ve burak, o, Kur'an,ı kerim, o liva-i hamd ve minber ve
O, La ilahe illallah sözünün sahibidir. Buraya hicret edecek ve buradan ölümsüz
aleme geçecektir. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini beklek isteriz. Belki nur
yüzünü görmek mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan izin dileriz...
Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi; büyük memnuniyet duydu ve:
-Ben de sizle kalacağım, dedi.
Ancak bu karara asker ve tab'ası mani oldular.
Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine Medine'de bu dörtyüz kişi için evler
yaptırdı. Onları evlendirdi. İhtiyaçlarını karşıladı ve içli bir bağlılık
mektubu yazarak kendilerine teslim etti.
-"Humeyr İbni Redi'den en büyük Resul ve son Peygaber Abdülmuttalib oğlu,
Abdullah oğlu Muhammed aleyhisselam'a sunulan mektup:
"...ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin Allah'a getireceğin Kur'an'a iman ettim.
Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber milleti üzereyim. İslamiyet namına tebliğ
ettiklerinin hepsi şimdiden can baş üzre kabulümdür. Olurki o saadetli zamanına
kavuşmazsam beni unutmamanı ve şefaatinden mahrum ve mahsun bırakmamanı
diliyorum."
Humeyr, mektubu mühürlü olarak alimlerden Şamul'a verdi: iyi saklaması için
ricada bulundu ve vasiyetini yaptı:
-O mübarek Peygamber'i görme devletine erersen mektubumu kendilerine ver; şayet
bu bahtiyarlığa eremezsen çocuklarına teslim et ve dikkatle sakllamalarını
güzelce tenbih eyle; onlar da kendilerinden sonrrakilere aynı vasiyeti yapsınlar
ve böylece emanetimi babadan oğula aktara aktara Peygamberlerin efendisinin
yüksek huzurlarına takdim etsinler!..
Tebi, bu vasiyetinden sonra hazır olanlarla vedalaşarak Medine'den ayrılıp gitti
ve bir zaman sonra da vefat etti.
Eshab-ı kiram; Allah'ın sevgilisine arkadaş, dost ve yardımcı olan o soylu
insanların bu dört bin alimin nesebinden geldiği anlatılır.
Mektup, elden ele geçe geçe Şamul'un yirmi birinci torunu olan Eba Eyyub El
Ensari'ye varacaktır. Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz de Mekke'den Medine'ye
hicret için yola çıkmışlardı. Medineliler o bayram havasında emaneti, bir an
önce sahibine ulaştırması için herkesin çok sevdiği Ebi Leyli'ye verdiler...
Ebi Leyli yollara düştü, bir konak yerinde Beni Selim kabilesinin misafiri oldu.
Resulullah da o an oradaydı; ama Leyli, tanıyamadı. Peygamberimiz O'nu görür
görmez:
-Ebi Leyli sen değil misin? buyurdular.
-Evet, benim; deyince
-Tebi'nin mektubu nerede? diye sordular.
Leyli şaşırmıştı:
-Siz kimsiniz; diyebildi ancak. Mutlaka ulu biri olmalısınız. Yüzünüzde büyüklük
işareti, sözünüzde huzur veren bir tatlılık var.
Eşi olmayan insanda rahatlatan bir tarifsiz tebessüm:
-Ben, Allah'ın Resulü Muhammed'im; mektubu getir. Ebi Leyli istenileni cebinden
çakararak tazimle uzattı...
Yüce Peygamber, mektubu yanındakilere okutttular ve:
-Merhaba Salih kardeşim, merhaba salih kardeşim, merhaba sahil kardeşim!.. diye
zamanlar ötesine seslenerek Humeyr ibni Redi'yi selamladılar.
IRMAK
N'ola tacım gibi başımda götürsem daim,
Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-ı Rüsulün
(1.Sultan Ahmed Han)
Ortalık toz duman.
Kopan fırtına; öylesine şiddetli ki, dalları ile yere kapanıp kapanıp doğrulan
ağaçları bile köklerinden söküp havaya savuracak gibi. Göz, bir karış ötesini
seçmiyor.
Bir ara amansız fırtına uslanır gibi olunca göğe doğru dönerek yükselen hortum,
sakin sakin tüten bir duman haline geliyor. Derken duman, bulutlara doğru
süzülerek gözden kayboluyor ve bu defa bir ateş yığını fark ediliyor.
Ve ab-ı hayat gibi pırı. pırı. bir ırmak.
Bir ses duyuluyor:
-Kim bu sudan adalet, ölçü ve güzellikle içerse kanar; kim hırsla kullanırsa
bela bulur!...
Bu rüya, Mürsed ibni Külal'i gecenin bir yarısında korku ile uykudan
kaldırmıştı.
Şanı dört bir yanı tutmuş olan bu padişah, uyandığında alanının boncuk boncuk
ter, saçlarının suya girmiş kadar ıslak olduğunu gördü... bir rüya hali
yaşamıştı ama neler görmüştü; rüyada ne vardı, hatırlamıyordu...
O, sabah, o gün ve daha kaç gün düşündüyse de rüyayı bir türlü hatılayamadı.
Hatırlayamadıkça da huzursuluğu arttı. Öyle ki bu yüzden devlet işleri bile
aksar oldu.
Aralarında oğlu ve kardeşi de bulunan kahinler dahi ona yardım edememiş; rüyanın
ne olduğunu bilememişlerdi.
Rüya, padişaha dert olmuştu. Başına bir şey geleceğinden korkuyordu. Bu halden
azıcık kurtulmak, can sıkıntısını atmak için birgün ormana ava çıktı.
Sık ağaçlar arasında zamanın nasıl geçtiği belli olmuyordu.
Herkesin kendini av heyecanına kaptırdığı bir anda mürsed ibni Külal, gördüğü
ceylanı avlama telaşı ile yolunu kaybederek askerlerinden uzaklara düştü.
...Saatler geçmiş, ne ceylanı vurabilmiş ne de yolu bulmuştu; açlık ve
bitkinliği son haddinden idi.
Bu vaziyette iken yorgun gözleri, ileride dağın eteğinde bir ev olduğunu
farketti.
Bütün kuvvetini toplayarak dağa doğru gitti; eve yaklaştığında kapıdan ihtiyar
bir kadın çıkarak O'nu hürmetle karşılayıp davet etti.
Mürsed, teşekkür ederek eve girdi.
Yaşlı kadının gösterdiği sedire oturması ile uyuyup kalması bir oldu...
Gözlerini açtığında baş ucunda bekleyen yirmi yaşlarında bir kız gördü. Kız
mürsed'e:
-Padişahım hoş geldiniz. Evimiz sizinle şereflendi. Geçmiş olsun; Allah sizi her
türlü dertten korusun.
Teşekkür ederim.
-Zatı devletleri yemek emrederler mi?
Misafir, bir an için "acaba bir oyuna mı geliyorum" diye düşündü. Kız
karşısındakinin tereddüdünü anladı ve:
-Padişahım, yüksek hatırınız hoşça tutunuz. Canımız uğruna feda olsun. Kılınıza
zarar gelmesini istemeyiz, deyince Mürsed rahatladı.
Küçük ve sade dağ evi huzur ve emniyet dolu idi. Ev sahibesi iyi, olgun ve
ölçülüydü...
Açık kapıdan süzülen rüzgar, baygın bir kır çiçeği kokusunu odaya taşıyordu.
Padişah sordu:
-Beni kabul eden yaşlı kadın anneniz mi?
-Evet, annemdir,
-İsminiz ne?
-Ufeyra!
-Benimkini de biliyor musunuz?
-Tabii padişahım. İsminiz Mürsed ibni Külal. Yalnızca isminizi değil gördünüz ve
derdine düştüğünüz rüyayı da biliyorum.
Padişah, heyecandan az kalsın ayağa fırlayacaktı. Zor hakim oldu kendine.
-Çabuk anlat, hemen!
Kız sükunetini bozmadan saymaya başladı... fırtına, duman, ateş ırmaktan
güzellik ve çirkinlikle içenler.
... Ufeyra söyledikçe Mürsed, tek kam hatırladı. Kuş kadar hafifledi. Sanki
kaybettiği çok değerli bir şeyi yeniden bulmuştu:
-Senin herhangi bir insan olmadığın belli. Öyle olsaydı zaten bu ıssız dağlarda
ne aradın. Ayrı ve üstün bir tarafın olmalı. O yüzden rüyamı yorumlamanı da
istiyorum. Bunu yapabilir misin?
-Ondan kolay ne var padişahım?
Bunu dedikten sonra, karşıdaki divanın kenarına oturarak anlatmaya başladı. Bal
renkli bir ikindi güneşi, küçük pencerenin camlarından girerek odayı bakıra
çalan mbir renge boyuyordu.
-"Fırtına ve hortom padişahlara işarettir. Duman; padişahı çekemeyenleri ima
deyor. Ateş; münafıklık demek. 'Irmak' yeni bir dinin geleceğine müjde; 'ses' o
dini tebliğ edecek Peygambere alamet, sudan güzel güzel içenler Peygambere tabi
olacakların sembolü, suyu hırsla kullananlar ise O'na isyan edecekler
manasındadır.
Mürsed, duyduklarından derin hayrete düşmüştü: Renkten renge girip çıktı. Hiç
işitmediği şeyler dinliyordu.
-O Peygamber nasıl biridir?
-Şu yerleri, şu gökleri yaratan Allah için söylüyorum ki O' hak Peygamberidir.
-Peki, geleceğini söylediğin Peygamber, insanlara neler bildirir?
Konuşmaya dışarıdan ötüşen kuşların sesi karışırken Ufeyra, hürmet uyandıran
ağır başlılığı ile cevaplandırdı:
-O, alehisselatü vesselam, insanları puta, taşa, toprağa tapmaktan vaz geçerek
herşeyi yoktan vareden ezeli ve ebedi Allah'a kul olmaya, namaz kılmaya, oruç
tutmaya, zekat vermeye, hacca gitmeye, güzel huy edinmeye ve günah işlememeye
çağırır.
Hangi millete mensuptur?
-Araptır ama kendi milleti de O'nunla savaşacaktır.
-Nasıl olur; kendi öz milleti onunla mücadele edecekse, dostu kim olacak?
-O, Allah'ın en mekbul kulu ve en üstün Resulü olan Muhammed aleyhisselamdır...
birinci dostu Cenb-ı Hak, ikincisi de O'na eksilmez imanlarla bağlı ve gözünü
kırpmadan canlarını yoluna feda edecek arkadaşlarıdır.
Gün, ufkun gerisine çekilirken orman ve vadiler derin ve koyu gölgeleri
örtünmeye hazırlanıyordu.
Mürsed, şimdi sevinçler içindeydi; hayırlı biri olmalıydı ki rüyada O'na bir hak
din ve Peygamberin geleceği haber verilmişti.
Vakit geç olmak üzereydi, yolun tarifini alarak teşekkür edip atına bindi; cins
at, öne doğru fırlamak için sabırsızlanırken Mürsed ibni Külal:
-Anne selam söyle; o davet etmeseydi bu güzel müjdeyi alamazdım!
-Güle güle padişahım; yolun açık olsun!
Rüzgar gibi uçan atlı, az sonra alaca renkli karşı tepelerden kaybolup görünmez
oldu.
HABER
Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,
Cenabındadır ihsan ve mürüvvet, ya Resulallah!
(II. Sultan Mahmud Han)
Bismillah!...
Seyf bin Zülyezen babasının elinden zorla alınan Yemen tahtına oturup O'nun
ruhunu şad ederken mülkün asıl sahibi Yüce Allah'ı andı ve nasip ettiği
galibiyetten dolayı hamd etti.
Dışarıdan perde perde yumuşayarak gelen zafer nağmeleri işitiliyordu.
Başşehir San'a'nın meydan ve sokaklarında insan cesedi, at ve fil ölüleri
görülüyordu.
Günlerce süren iç harpte asilere ağır kayıplar verdirilmiş ve devlet,
zalimlerden kurtarılarak meşru hükümdar Seyfi'in idasine girmişti.
Sokak ve meydanları dolduran buruk manzara işte bu mücadeleden kalmıştı.
Buna rağmen şimdi zulüm ve sıkıntı dolu günlerin çehrelerde derinleştirdiği
asabi çizgiler, yavaş yavaş yeniden gülmeyi hatırlıyordu...
Çünkü kan kusturan Ebrehe'den sonra kötülük örneği oğulları da yok olmuştu...
Yemen'de her şey normale dönüp devlet teşkilatı işlemeye başlayınca komşu
topraklardan temsilciler gelerek Sultan'a tebrik ve itimadlarını sundular.
Misafirler arasında başta reisleri Abdülmuttalib olmak üzere Kureyş büyükleri de
vardı. Ziyaretçiler, Seyf'e değerli hediyeler verdiler. AnaSayfa ................... Cilt-2