Anneye Veda
GECE-GÜNDÜZ DİLİMDE SALATÜ SELAM,
O MUBAREK RUHUNA, EY FAHR-UL ENAM!
Halime anne, yüreciğine kor ateşler düşe düşe nur çocuğu, Amine Hatun'a
getirdiğinde sevgililerin en sevgilisi dört yaşında idi.
Yer küze, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki emanet ağuşunda olduğu halde feza
boşluğunda turlar atarak zamanı sonsutzluk harmanına elemeye devam ediyordu.
Şimdi, beşiğinde olduğu halde, ayla gönül iklimlerinde geçen oyunlar bir hatıra.
Ve O Sultan altı yaşında...
Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına kapanmak uğruna tac ve tahtlarını
faydaya hazır oldukları Sultan. Sultan ki O'nu Allah seçti.
Şefkati kadife yumuşaklığında Amine anne, cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip
okşuyor.
Abdülmuttalib'in kartal kanatları altındalar. Dul bir anne ve yetim bir çocuk..
bu anne ve bu çocuk, ilahi lütufla cihanın en huzurluları. Yavrusunun sevgisinde
erimiş bir anne, bütün anneleri baş tacılığına yükselten emirleri getirecek
evlad.
Amine annede bir seyahat arzusu.
Medine'ye gitse, dayıları Adiy bin Neccaroğulları ile kocasının mezarını ziyaret
etse... yetimi için de ne iyi olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor
O'nu evinden, Mekke'den, Mekke'nin, suyundan havasından...
Annelerin annesi, gül yavrusu ve O'na dadılık yapan cariyesi Ümmü Eymen'i de
alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer, sabır gibi güzel, bir susuş
kadar ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden yollarda aziz yolcuları yorup
incitmeden taşıyorlar.
Güneş, bakır renkli çöl, salınan hurmalar, şurada burada tek tük ağaçlar ve
arada bir kocaman gölgeleri ile ürpertili kayalar.
Nihayet Medine'de ve Naccaroğullarından Nabiga'nın evindeler. Sevgili
Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde... bu evde ama nerede?
Evin bahçesinde bir kaç kürek doprağın altında.
Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya gelemeyen baba Abdullah, anne Amine
ve bir tanecik yavruları, şimdi bu bahçenin kıyıcığında; içlerinden biri
ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.
Dokunaklı bir manzara.
Amine'nin kalbi bir kaç parça. İzdırabını içine gömüyor ve yetimine belli
etmemeye çalışıyor. Ya efendimiz? Derin bir sessizlik ve acısını gizleyen vakur
yüz ifadesi.
............
Sonraki günlerde Resulullah efendimiz, küçüklerle beraber Medine'yi gezip
dolayor ve "Beni Naccar Kuyusu" denilen havuzda yüzmeyi öğreniyor.
Bu sırada...
Yine bir yahudi, yine şüphe, yine dikkat, yine telaş. İşaretlerden ahir zaman
Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir yahudi bilgin, oradan geçmekte iken,
arkadaşlarıyla olan Habibulalh'ı görür görmez mıhlanmış gibi yere çakıldı ve bir
müddet pür dikkat baktı, baktı ve düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.
Yahudinin içine kurt düşmüştür... "acaba O Peygamber bu çocuk mu?" Ertesi gün
efendimizin yalnız bir anını kollayarak yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça
soruyor:
-Adın ne?
-Ahmed...
Yahudi bu cevabı bekliyordu. Çocuğun "Ahmed" olduğu yolundaki tahmini doğru
çıkmıştı. Haykırdı:
-Bu ümmetin peygamberi işte burada!!! Sanki şuurunu kaybetmişti.
Bir kaç gün sonra da iki yahudi Ümmü Eymen'i bularak;
-Ahmed'i istiyoruz. Ne olusursun? Bir defacık görmemiz kafi! dediler...
Mübarek dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi getirdi. Ama gayet dikkatli ve
uyanık. efendimizi yakından gören ve nebilik alametlerini inceleyen yahudileri
adeta göz hepsine almış. Adamlar aralarında fısıldaşıyor.
-Son Peygamber... bu şehir de O'nun hicret edeceği Medine olduğuna göre...
İşittiklerinden huylanan Ümmü Eymen, olup bitenleri Amine annemize aktarınca
aziz anne tedirginleşir. Zaten geldikleri de otuz günü bulmuştu. Ev sahiblerine
teşekkür, Abdullah'a mana aleminden veda ederek Mekke'ye dönmek üzere yola
çıktılar.
Mekke'ye dönmek...
Mümkün mü?
Evba'ya gelene kadar, böyle bir sual akla bile gelmezdi. Yolcularımız,
ziyaretlerini yapmış olmanı manevi hazzı ile neşe içinde uzaklıkları aşıyorlar.=
Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebva denilen yere vardıklarında, cihan
serverinin annesi, anemiz, yola devam edemez şekilde hastalandı.
Develerden inmişler.
Ümmü Eymen ve Sevgili peygamberimiz Amine'nin başındalar. O ise, yerde,
kendinden geçip geçip toparlanıyor. hastanın yüzünde büyük keder; efendimizle
Ümmü Eymen'de üzüntü ve çaresizlik...
İşte yine kendine geldi. yaşlı gözleri; canı, kanı, her şeyi güzelinde. her
övgüye layık olanı, belagatlı bir ifade kudreti ile mısra mısra methediyor;
-Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile kurtulanın oğlu! Allah, mübarek ismini
ebedi kılsın. Hakikat olan rüyama göre sen celal ve sayısız ikram sahibi olan
Allah tarafından ceddin İbrahim Peygamberin dinini yerleştirmek, insanlara helal
ve haramı tebliğ için Peygamber olarak görevlendirileceksin. Rabbil, seni
putlardan ve putperestlerden koruyacaktır...
Ve ciğeri kavrulan annenin dudaklarında, insanlık kaldıkça ışıltısı devam edecek
Bir şiir
Her canlı ölür, her yeni pörsör
Ben ölsem de namım sürekli durur
Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.
Eskir yeni olan, ölür yaşan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan?
Tükenir çok olan, var mı genç kalan?
Ben de öleceğim tek farkım şudur
Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim çok rahat.
Benim ismim kalır daim dillerde,
Senin aşkın yaşar mü'min kalblerde.
Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim etti.
Yirmi yaşında gencecik Amine'nin de vefatı ile Sevgili Peygemberimiz şimdi de
anneden öksüz kalıyordu.
Babadan yetim
Anneden öksüz... anne-baba, insanlık kaderindeki ilahi bir vazife için varolmuş,
işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi aleme göçmüşlerdi. Sevgiliye ana-baba
hakkının geçmemesi için bir cilve, bir sır.
peygamberlerin öncüsü, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde
Ebva'ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığının önünde durarak:
-Ne olurdu valideme yapılan muameleyi bilseydim.. diye o anki duygularını dile
getirecek vu bu sözleri ile hem kendileri, hem eshabı gözyaşı akıtacaklardır.
Ayrıca efendimiz, Veda Haccı'nda anne ve babalarının mezarlarına gelerek
İbrahimi din üzere müslüman olan Hazret-i Amine ve Hazret-i Abdullah'ın
Muhammedi imanla naplenmeleri için, Allahü teala'dan dirilmelerine müsade
isteyecek; her şeye muktedir olan yüce Allah, sevgilisinin muradını kabul
ederek, onlara tekrar can verip Peygamberimize iman etme ve eshab ve ümmet olma
büyük nimetine kavuşturacaktır.
Anne, Ebva'nı ılık ve yumuşak toprağına verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe
daha gönül penceresinden veda ediliyor...
Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine
alarak, beş günlük bir yolculuktan sonrra buruk kalblerle Mekke'ye; dedesine
geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinlyor.
Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa daha da düşkün. O'nu, sallallahü aleyhi
ve sellem, öpüp okşuyor. yalnızlığnı hissetttirmemek gayretinde. Sevgili
Peygamberimiz olmadan aziz dede, sofraya oturmayarak, O'nu bekliyor. Gelince
dizine veya hemen yanına alarak, seçtiği lokmalarla mübarek yetimini besliyor.
Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı bir lezzet almakta... bu sebeble o
konuşunca, kendisini can kulağı ile dinliyor...
Kureyş'in bu büyük liderinin Kabe-i Muazzama'nın dibinde bir makamı var. Gün
dönüp deserin gölgeler uzamaya başlayınca Abdülmuttalib, bu bu makamına geçiyor.
Yanına çocuklardan sadece gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında
istirahat ettiğinde de oraya teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine
cennet kokulu o seçilmiş. Ümmü Eymen annemiz, müstesna çocuk üzerine adeta
titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib, O'nun bıkım ve ihtimamı ile yakından
alakılı:
-Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli kitap, O'nun bu ümmetin Peygamberi
olacağını haber veriyor.
Ümmü Eymen, ne asil kadın Allahım! Öz anne kadar içli ve yakın. bu yüzdenh
ileride iltifatların en makbulüne kavuşacak, fahri kainat O'nu:
-Annemden sonra annem!... diyerek başına Peygamber medhinin güllerinden örülü
bir mana tacı oturtacaktır.
Ümmü Eymen anne diyor ki;
-O'nun, açlık ve susuzluktan şikayet ettiğni bir kerecik bile göremedim.
Oralar toprak yine yol yol çatlamış. Suya hasretin böyle dilim dilim ettiği bu
topraklara yakında yağmur düşmezse kıtlık ve kuraklık kapıda... Bu tasa giderek
büyürken, Safile binti Hişam'ın yol gösteren rüyası bir ümid kapısı aralıyor:
-Ey Kureyş! Son peygamberin zuhur vakti erişti. O resul aranızdan çıkacaktır.
Gelmesi yaklaşıyor. Bolluk günleri de ırak değil. İçinizde biri var... heybetli,
beyaz ve güzel yüzlü, uzun kirpikli. O ve siz, abdestli! olarak, erkek
çocuklarınızla birlikte Kabe'yi yedi defa tavaf edin. Sonra Kubeys dağına gidin.
Güzeli yüzlü adam, dua etsin ve yağmur dilesin, siz de amin deyin Allahü teala
yağmur yağdıracaktır.
Safiye rüyasına sabahleyin anlattığında, dinleyenlerin gözünde sevinç
parıltıları. Söylenen adamın Abdülmuttalib olduğunda herkes birleşiyor. Hep
beraber emir'in kapısındalar. Rüya anlatılıyor...
Yıkanıp paklandıktan sonra, her evden bir çocukla Kubeys dağına çıkıyorlar.
Dağlar ve ovalar, bir damla suyu beklemeye durmuş. Abdülmuttalib, kucağında iki
cihan güneşi, etrafında halk, yerlerde kurumuş otlar... gök bulutsuz açık mavi.
Abdülmuttalib; dua ettikçe "amin" seseri, arı uğultusu gibi karşı kıyılara
çarpıp yankılanarak eriyip kayboluyor.
Duanın üzerinden az bir müddet geçmişti ki, göğün yağmur yüklü kurşuni
bulutlarla dolması ile boşanması bir oldu. Şakırtılarla yağan şiddetli yağmur
dağı taşı rahmete boğmuştu.
Kureyşliler gayet sevinçli. İleri gelenler şanlı dedeye minnet duygularını arz
ediyor ama bu rahmete sebebe dede mi, torun mu?
Beni Müdles kabilesi kıyafet ilminde pek ileri. İnsan uzuvlarını çok iyi tanıyor
ve bunun isabetle ruhi tahlillerini yapıyorlar. Sevgili Peygamberimiz,
Müdles'ten bazılarının da dikkatini celbediyor. Efendimizin mübarek ayakları
özellikle ilgi odakları. Dedesine gelerek kanaatlerini söylüyorlar:
-Torununun ayakları, tıpkı İbrahim aleyhisselamın ayakları gibi. O'ndan sonra
ayakları, İbrahim Peygamberin ayaklarına benzeyen biri ilk defa görülüyor.
Abdülmuttalib, bu iyi insanlara teşekkür ederek ağırlayıp memnun ediyor.
................
Kureyşin reisi, bir gün yine Kabe'nin duvar dibindeki kendine mahsus yerinde...
huzura Necranlı bir rahip çıkıyor. Rahibin hallini istediği bir meselesi var.
Bunun için doğrudan doğruya O'na gelmiş.
-Ey Abdülmuttalib! Burası Mekke şehri... kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre
kendisinden sonra nebi elmeyecek olan Son Peygamber, beldenizde doğmuş olmalı.
Abdülmuttalib, renk vermeyen bir sakinlikle dinliyor. Rahib, son peygamberdeki
ayırıcı vasıfları da tek tek saydıktan sonra ekledi:
-Sülalesi İsmail aleyhisselam'a dayanır... demişti ki efendimiz orayı
şereflendirdiler. Yedi yaşındalar. Rahip O'nu görünce sözünü kesti ve heyecanla
bakışlarını üzerinde gezdirmeye başladı... gözler, kirpikler, ten rengi,
ayaklar. Ve dayanamayarak iyice yanına sokulup göz rengine, ayaklarına, sırtına
uzun uzun baktı:
-Evet; işte bahsettiğim insan. Demek yanılmamışım. Oğlunuz mu?
Abdülmuttlib:
-Evet rahip efendi; oğlumdur.
-Olamaz! Bu sizin oğlunuz değil! Şundan ki, okuduğuma göre, babasının hayatta
olmaması lazım.
-Haklısın! Seni yoklamak istidim. Gördüğün buç oçuk oğluumun oğludur babası o o,
doğmadan öldü...
sevgili peygamberimizin amcaları da bu sırada yanlarına gelmişti.
Rahip:
-Söyledikleriniz, bildiklerimi doğruluyor. Torunun, ahir zaman peygamberi
olacağında şüphe kalmadı.
Abdülmuttalip , yüzünde alabildiğine memnuniyet aydınlıkları oldğu halde
oğullarına döndü:
Denilenleri kulaklanızlla dinlediniz. Yeğeninize ona göre sahip çıkmmalısınz.
Sanki vasiyet.
Yoksa bir yıldız daha mı kayıyor; merhamet kartalı, batan ufka doğru yorgun
kanat mı çırpıyor?
O yetim incinin yetimliğine yeni yetimlikler mi ekleniyor?