Kıymetli Okuyucumuz,
Elinizdeki bu seri ile Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın mübarek hayatlarını
anlatmaya çalışıyoruz.
Metin tekrar tekrar yazılıp gözden geçirilerek nihai şeklini almıştır. Kitabı
telifindeki bu titizliğe eş olarak teknik cephesi ile de mükemmel hale getirmeye
çalıştık.
Eser, çocuk, genç, yetişkin her yaştaki insanın zevkle okuyup, rahatlıkla
istifade edebilmesi için akıcı, berrak ve şiirli bir üslubla yazıldıktan başka
san'at eseri kıymetinde resimlerle süslenmiştir. Resimlerde dini ölçülere aykırı
bir tarf olmadığını hemen hatırlatmalıyım.
Asırlardan beri Sevgili Peygamberimizin hayatını mevzu edinen birbirinden üstün
siyer-i nebi'ler kaleme alınmıştır. Şüphesiz her mümin için en ileri ideal,
beşer kudreti nisbetinde O'nu en güzel şekilde anlatmaktır.
Kainatın baş tacının hayatını bugün de tafsilatı ile bilmekte mutlak zaruret
vardır.
O'na muhtaç ve O'na hasretiz.
Ebedi rahberimiz Sevgili Peygamberimizdir.
Varlığımızı ve kurtuluşumuzu O'na borçluyuz.
Allahü teala, bir hadisi kudside "Sen olmasaydın, Sen olmasaydın hiç bir şeyi
yaratmazdım" buyurmakta.
İslam uleması, "Muhammed aleyhisselam, dünya yaratıldığı günden, kıyamet
kopuncaya kadar gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür"
değişmez hükmünü koymuştur.
İmam-ı Rabbani Hazretleri de "Müjdeci Mektuplar" ismi ile türkçeye tercüme
edilen Mektubat'ın birinci cildi kırkdördüncü mektubunda şu haberi veriyor:
"Bütün insanlığın en üsütün olan böyle bir Peygambere inanan ve O'nun yolunda
giden kimse, elbette Ümmetlerin en iyisi olur. O'na inanmayan, O'nu anlamayan,
kendileri gibi sanan insanların en bedbahtıdır"
Hazırlayan ve okuyanların yüce Peygamberimizin şefaatine kavuşmaları duası ile.
Enver Ören
Türkiye Gazetesi Sahibi
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
Yemen, Habeşistan Krallığına bağlı bir valilikti. Kısa boylu, şekilsiz, hilekar
ve ihtiraslı biri olan vali Ebrehe, eyaletinde yaşayan arapların her sene akın
akın Kabe'yi ziyaret için Mekke'ye gitmelerine sinirleniyordu. Bu sebeple, bu
koyu hırıstiyan, San'a şehrinde devrin en namlı mimar ve ustalarına gayet süslü
gösterişli büyük bir kilise yaptırdı ve ismini "Kuleys" koydu.
Bunun ardından da Habeş Kralı'na mektup yazarak arapların şimdiden sonra hac
için ancak "Kuleys"i ziyaret edebileceklerini; Mekke'ye gitme maksadıyla hiç
kimseye izin vermeyeceğni zira bu yüzden ülkesinin büyük maddi zararlara
uğrıdığını bildirdi... Böylece kralın da izin ve desteğini almıştı...
Ebrehe'nin kararı, az zamanda her tarafa yayıldı... Böyle bir engelleme niyeti
Yemen'li arapları fena halde öfkelendirmişti. Nukayl isminde bir yerli, Kuleys
kilisesine girerek orada ibadet ediyormuş gibi üç gün-üç gece kaldıktan sonra
kimsenin olmadığı bir zamanda vurdu, kırdı, içeriyi harabeye çevirdi ve
ihtiyacına yaparak kirletti ve kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete
uğramıştı.
Bir grup arabın kaza sonucu çıkardığı yangınla kilisenin tahta bölmeleri de
yanınca vali, iyice küplere bindi.. Ebrehe'nin intikam kararı işitilmemiş
cinstendi..
Kabe'yi yıkıp yerle bir etmek, enkazı fillerle Yemen'e taşımak ve Mekkelileri
esir almak için dörtbin Fil ve üçyüzbin Habeşliden kurulu ordusu ile harekete
geçti.
Düşmanın, Mukaddes Kabe'yi yıkmak üzere gelmekte olduğunu öğrenen Kureyşlilerin
keyfi kaçmıştı. Bunun üzerine Mekke Emiri Abdülmuttalib, içlere su serpici şu
kısa konuşmayı yaptı:
-Ey Kureyş kabilesi; endişeye kapılıp, huzurunuzu bozmayın!... Yemen ordusu
gelip Kabe'yi yıkamaz; Kabe'nin sahibi vardır. Onu koruyacağından şüpheniz
olmasın. Ama ferman-ı ilahi böyle ise kim mani olabilir?
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, o günlerde gördüğü bazı rüyaları kendine
göre tabir ederek böyle diyordu; ama aslında O'nun da kalbi rahat değildi...
Bir müddet sonra Mekke çevresine gelen düşman öncüleri, arapların koyun ve
develerini alıp götürdüler. Götürülenler arasında Abdülmuttalib'in dörtyüz seçme
devesi de bulunuyordu.
Abdülmuttalib, düşmana elikolu bağlı teslim olmak için Kureyşli yiğitlerle
beraber silahlanıp, pusatlanarak cins arap atlarına binip vakit kaybetmeden
Sebir dağana çıktılar.
Dağda insanı hayret ve hayranlığa düşüren bir olay meydana gelid.
Adem aleyhisselam'dan beri aziz Peygamberimiz'in atalarının birinden diğerine
geçe geçe en sonunda dedelerine ulaşan "Muhammed nur", Abdülmuttalib'in alnında
ayın ondördü gibi parlayıp ışık saçmaya başladı. Öye ki bu parlak ışık
aşağılarda gecenin karanlığana bürünen Mekke'nin üzerine kadar yayılıyordu.
Nurun alnında yine bütün güzellği ile belirmesi üzerine, Abdülmuttalib, silah
arkadaşlarına:
-Dönün! dedi. Şehrimize gidiyoruz. Zafer bizimdir! Bu nur ne zaman alnımda
işımışsa o dem düşmana
galip gelmişizdir.
Mekke önlerine gelmelerinden az zaman sonra Ebrehe, beldeyi teslim alıp,
Kureyşlileri yerlerinden, yurtlarından sürüp atması için yardımcılarından biri
komutasında asker gönderdi. Kureyş emiri Abdülmuttalib'le yaptığı görüşmede
O'nun heybetinden komutanın aklı başından gitti, dili dolaştı ve olduğu yere
yığıldı. Boğazlanan bir dana gibi böğürüyordu.
Biraz sonra korkusu yatışan düşman komutanı, kendini toparlayınca yeri öptü ve
Abdülmuttalibe:
-Kureyş'in en üstünü olduğun besbelli. Buna bütün kalbimle inanıyor ve şahid
oluyorum, dedi...
"Mekke fatihi" olmak hayali ile gelen Ebrehe'nin adamı, muhatabının nurlu yüzü
ve ciddi halinden ürkmüştü. İşte şimdi yerlere kapanmış vaziyette böyle
konuşuyordu.. Hiç bir şey yapamadan askerleri ile beraber yüzgeri edip oradan
savuştular...
Abdülmuttalib, develeri istemek üzere Ebrehe'nin konakladığı Taif'e gitti.
Mağrur kumandana Kureyş reisinin geldiğini haber verdiler. Ebrehe,
Abdümuttalib'i görünce elinde olmayarak ayağa kalkıp baş köşeye oturttu ve ne
istediğini sordu. Abdülmuttalib:
-Adamların develerimi götürmüş; emir ver de iade etsinler!..dedi. Ebrehe:
-Ben buraya Kabe'yi yıkmak için geldim!!! Bu mes'ele üzerinde hiç durmuyorsun da
develerini istiyorsun! şeklinde konuşunca Abdülmuttalib, Valinin ne demek
istediğini anlamıştı:
-Develer benim olduğu için istiyorum; Kabe ise "Allah'ın evi"dir. Yüce Allah,
O'nu düşmanın şerrinden muhafaza eder, dedi.
Bu konuşmalar olurken Ebrehe'nin "Mahmude" ismindeki ak renkli, en gözde fili
oraya getirilmişti. Diğer filler öğretildiği biçimde Ebrehe'ye bir takım
bağlılık hareketleri yaptıkları halde bu hayvan böyle davranışlara hiç
yanaşmadı.
Ak fil, Abdülmuttabib'i görünce deve gibi çöküp sevgi gösterisi yapmaya başladı.
Filin hareketi şaşkınlık uyandırmıştı. Bir müddet herkes konuşmayı unutmuş gibi
sustu. Allahü teala, dile gelmesine izin verince fil, açık bir ifade ile, Kureyş
liderinde gördüğü "Son Peygambere ait nur"a selam verdiğini söyledi...
Ebrehe, develeri sahibine iade etti; fakat Abdülmuttalib'in "Mekke mallarının
üçte birini verelim bizlerle uğraşmaktan vaz geçerek geri dönün" teklifini kabul
etmedi.
Teklifi reddedilen Mekke emiri, şehrine dönerek, Kabe'ye geldi ve kapının
kulpundan tutarak yaklaşan tehlike için yana yana Allah'a yalvarmaya başladı.
Düşman, Ebrehe'nin komutasında en önde meşhur ak fil olduğu halde sırtlarına
süslü ve pahalı kumaşlar atılı filler, hücuma hazır askerlerle iyice Mekke'ye
yaklaştı... Şehirde rahatsızlık son noktadaydı.
Tam bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. "Mahmude" Mekke üzerine yürümüyordu.
Halbuki Ebrehe, her harpte olduğu gibi bu defa da büyük işler başaracağını ümid
etmişti. Hayvanı döğmelerine, üstünde değnekler kırmalarına, her yolu
denemelerine rağmen adım attırmadılar.
Yemen ordusu bu mücadelede iken gökyüzü "Ebabil" denilen ve bu bölgede daha önce
görülmemiş siyah renkli, yeşil boyunlu, ufak gagalı, uzun ayaklı dağ
kırlangıçları ile doldu. Kuşların gagaları ile ayaklarında nohuttan küçük
mercimekten büyük taşlar vardı ve her taştan bir düşmanın ismi yazılışdı.
Kafileler halinde gelerek önce Kabe-i Şerif'in etrafında uçup tavaf yaptılar,
sonra düşmanı taş yağmuruna tutmaya başladılar.
Kuşlar, taşı yukarıdan bıraktıça isabet alan askerin tepesinden girip ayağından
çıkarak onu hemen öldürüyordu. Hatta süvari olanların atları ile beraber canı
çıkıyordu.
İstilacı orduda müthiş bir bocgun başladı. Etleri lime lime dökülerek ölüyor;
Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir vaziyette Yemen'e doğru
kaçıyorlardı.
Fakat, düşmanı havadan takip ederek kovalayan bu minik kuşlar, firarilerin de
çoğunu öldürdü. Kaçanlardan bir kısmı yollarda telef olmuş; kurtulanlar anca
yemen'de nefe alabilmişti. Mağrur Ebrehe başşehir San'a'ya varabildi ama cüzzam
hastalığına yakalanmıştı. Parmak uçlarından kan ve irin akıyordu. Parmakları
çürüyüp düştü ve bir müddet sonra yüreği çatlayarak feci şekilde öldü.
Ebrehe'nin yardımcısı ise kaça kaça ta Habeşistan'a gelmiş, olanları bir bir
krala hikaye ediyodu. Kral:
-Bunlar ne biçim kuşlarmış ki hep seçme askerleri öldürmüş? diye hayretini
açıklarken bir kuş vali muavininin başı üstünde dönmeye başladı.
-İşte, dedi adam, bu kuşlardan, bu kuşlardan!.. Cümleyi yeni bitirmişti ki, o da
bir Ebabilin attığı taşla oracıkta öldü...
Binlerce asker ve Mahmude'den başka bütün filler ölmüştü. Birkaç gün sonra insan
ölüsü ve hayvan leşleri dayanılmaz bis bir koku yaymaya başladı. Mekke yaşanmaz
olmuştu. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Kabe'ye giderek Cenab-ı Hakka bu kokudan
kurtulmak için dua etti.
Duanın peşinden öyle müthiş bir yağmur yağdı ki ırmaklar gibi kabaran seller,
ceset ve leşleri alıp götürdü.
Kureyş kabilesi, doğumuna iki ay kadar bir zaman kala iki cihanın baş tacı
Sevgili Peygamberimiz'in Allah katındaki eşsiz hatırından dolayı büyük bir
düşman tehlikesini atlattığı gibi, kaçan ordunun geride bıraktığı mallara da
ganimet olarak sahip olmuştu.
Ebrehe'den sonra iki oğlu yerine valilik yapmışsa da bu saltanat, kısa sürmüş ve
tacı tahtı batıp gitmiştir.
Araplar, bu vak'anın geçtiği tarihe "Fil yılı" ismini vermiş ve Kureyş'in Allah
indinde makbul olduğuna kanaat getirerek bu kabileye ilişmemeye başlamıştı.
BÜYÜKBABA
Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh
Şeybet'l-Hamd...
"Abdülmuttalib" diye bildiğimiz büyük babanın asıl ismi.
Babası Haşim, O dünyaya gelmeden evvel bir yolculuk sırasında Filistin'in Gazze
şehrinde vefat etmişti. Doğduğu zaman saçı bembeyaz olduğu için arapçada "ak
saçlı" manasına gelen "Şeybe" kelimesinin ilavesi ile ismini Şeybetü'l Hamd
koymuşlar.
Meşhur ismi Abdülmuttalib, "Muttalib'in kölesi" demek...
Kçük Şeybe, Medine'de annesi ile beraber dayısında kalıyor. O'nu dayısının
çocukları ile ok atar, gezip oynarken görenler, alnının parlaklığını, halinin
güzelliğini hemen farkeder ve başka bir sülaleye mensup olduğunu anlarlardı.
Şeybe'nin hal ve tavrındaki üstünlük Kureyş'in lideri amcası Muttalib'e haber
verildi...
-Ah, dediler. Kardeşin Haşim'in oğlunu bir görsene! Babasına olan benzerliğine
şaşarsın. Aynı emsalsiz üstünlük, aynı tarifsiz güzellik.
Muttalib, o güne kadar yeğenini hiç görmemişti. Bir deveye binerek Medine yolunu
tuttu. Medine'ye vardığında Şeybe'yi kapılarının önünde çocuklarla birlikte
oynuyor buldu, kimseye sormadığı halde yeğeninin hangisi olduğunu bildi ve bir
müddet yaşlı gözlerle çocuğu uzaktan seyretti. Daha sonra bu anı tasvir eden
dokunnaklı şiirler de yazacaktır.
Muttlib, Şeybe'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve O'nu sevip okşadı.
Birlikte annesi selma'ya gittiler. Muttalip, Şeybey'yi yanına çağırarak kendini
tanıttı. Ve onu sevip okşadı. Birlikte annesi Selma'ya gittiler. Muttalib,
Şeybe'yi de Mekke'ye götürmek üzere yengesinden müsaade aldı...
Amca-yeğen uygun bir vakitte Mekke yoluna koyuldular...
İşte Muttalip, devesinin üstünde, arkasında da yeğeni küçük Şeybetü'l Hamd
olduğu halde Mekke'ye giriyorlar. Deve, kaygısız gözlerle sağı solu tarar,
ahenkli adımlarla başı dik yürürken, Muttalip tanıdıklarla selamlaşıyor. Az
sonra terki deki çocuğu kasdederek:
Bu çocuk kim ya Muttalip? deniyor.
Merak ve samimiyet sebebi ile sorulan suale Muttalip ne demeli?...
"Biraderimin çocuğu" dese "koca Mekke Reisi yeğenini nasıl gezdiriyor!" diye
dedikodu yapılacak. Bir kaç saniyelik tereddütten sonra:
-Kölem, diyor dostlarına.
Şeybe bundan sonra, "Abdülmuttalip" diye tanınmaya başlandı. "Muttalibin kölesi"
yani. Gerçi Muttalip, kısa zaman içinde öksüzün giyim kuşamını düzeltti;
Şeybe'yi "yeğenimdir" diye takdim etti ama, O, hep "Abdülmuttalip" olarak
bilindi...
Abdülmuttalip misk kokulu.
Evet miskler gibi kokuyor. Alnında pırıl pırıl Muhammedi nur, hayır ve bereket
vesilesi. Ne zaman Mekke'de kuraklık olsa rica ediyorlar; Abdülmuttalip'le
birlikte Sebir dağına çıkılıyor. Yalvarma göz yaşı ve sağnak sağnak yağmur.
Şeybetü'l Hamd sekiz yaşınna geldiğinde Muttalip dünyasını değiştirdi ve O'nun
yerine Abdülmuttalip, milletine emir oldu.
Yüzkırküç yıllık ömründe herkes O'nu sevdi.. İnsanlar gönüllü olarak idaresine
girrerdi. İran Kisrası hariç yabancı devlet başkanları O'nun fazilet ve
büyüklüğünü teslim eder ve hürmet duyarlardı. Asrının en büyük devlet reisi
kabul ediliyordu.
Bütün bu misk kokuların; bu iyilik ve güzel hasletlerin sebebi Kainatın
Efendisine ait nur...
İşte peygamberimizin dedesi bu! Hayatı ve bir bir hakikat olan rüyaları ile
O'nun geleceğini müjdeleyen insan...
Daha pek genç olduğu sıralarda, bir gün Kabe yakınlarındaki evinde uyuyor;
uyandığında halinde bir gariplik seziyor. Erginleşmiş, daha bir güzelleşmiş ve
gözleri sürmeli. Bir anda büyük değişme!.. Bir kahinden olayın izaha
kavuşturulması isteniyor:
-Hemen evlenmelisin! Gök tanrısı böyle istiyor, diyor kahin.
Abdülmuttalip, iki kere evlendi; ama olmayan "gök tanrısı" istediği için değil.
Cenab-ı Hak öyle takdir ettiğinden.
ilk hanımından oğlu Haris dünyaya geldi. Ve bundan dolayı O, "ebu Haris" künyesi
ile anılır oldu.
Birinci hanımı vefat edince bu sefer Fatma binti Ömer ile izdivaç etti...
Abdülmuttalip, yine bir gün odasında iken ani bir uyku bastırması ile
uyuyakaldı. İçinden çok şey saklı olan müthiş bir rüya görüyor. Uyandığında
rüyanın derinden derine tesirinde. Sarsılıyor... Ne dese nasıl yorumlasa acaba?
En iyisi yine bir kahinin kapısını çalmak. Cinlerle bilgi alışverişindeki bu
kahinler, kendilerine has usullerle gelecekten haber veriyorlar... Abdülmuttalip
anlatıyor; sabit bakışlı donuk ve soğuk yüzlü, gramla konuşan, tebessüm nedir
bilmeyen kahin dinliyor.
Belimden bir beyaz zincir çıktı. Bir ucu en doğuya bir ucu en batıya, bir ucu
gökyüzüne, bir ucu yerin dibine uzanıyordu. Şaşkın bir halde zincire bakıyordum
ki bu kere de yeşil bir ağaç oldu. Zincir ağaç haline gelmişti. Dünyada kaç
türlü meyve varsa hepsi bu ağacın dallarından sarkıyordu. Ağaç aynı zamanda nur
fışkıran bir ışık seli. Işığı, güneşi bile bastırıyordu. Araplar ve arap
olmayanlar bu ağaca secde ediyordu. Giderek ağacın parlaklığı daha da çoğaldı.
Kureyş kabilesinden mbir cemaat ağacın dallarından tutundular.Bazı Kureyşliler
ise ağcı kesmek için bir araya geldiler.
Birden ortaya çok güzel yüzlü bir insan çıktı. Bu kadar güzel simalı birini hiç
görmemiştim. Bu güzel insan, ağacı kesmek isteyenlerin gözlerini çıkardı. Ağacın
nurundan almak için elimi uzatırken güzel adama da:
-"Bu ağacın nuru kime kısmet olur?" diye sordum.
-"Kim bu ağacın dallarına yapışırsa ona!" dedi.
-"Siz kimsiniz" dedim.
Biri:
-"Benim ismim Nuh'dur" dedi.
Öbürü:
-"Benim ismim de Halil İbrahim'dir" dedi.
Sonra da?
-"Ey Abdülmuttalib, bu ağç o kadar mübarek, o kadar şereflidir ki, kandan kana
geçerek baba ve dedelerinden sana kavuştu haberin olsun..." dediler.
Abdülmuttalip, rüyasını anlatıp bitirdiğinde kahinin benzi sarardı, yüzü daha
kasvetli bir hal aldı. Demek ki korktukları zaman geliyordu... Bir müddet
sustuktan sonra zor işitilir bir yavaşlıkla rüyayı tabir etmeye başladı:
-Neslinden bir büyük insan gelecek ve O'nun kurduğu nizam ebedi olarak
yaşayacak... Nuh Peygamberin görünmesi şuna delalet ediyor; O zata karşı
gelenler Nuh ümmetinin asileri gibi bela denizinde boğulacaktır..
İbrahim Peygamber ise bir müjdeye işarettir. O'na tabi olanlar, Allahın "dostum"
dediği İbrahim Peygamber'in sevdiklerinden olurlar.
Peygamberimizin babaannesi Fatıma binti Ömer, Abdullah'a hamile kalınca, "nur"
büyükbaba Abdülmuttalib'ten Fatıma'nın alnına geçti. Bundan da Abdullah doğunca
O'nun güzel alnına taşınacaktır...