Gül Bebek
GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER
KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER
Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı
Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin
ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar...
O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler artarak devam ediyor.
Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen
insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye
başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi. Dördüncü ayda duvara tutunarak
yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu.
Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz
aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu.
Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:
-La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka
ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah"
demeden hiçbir işe başlamadı.
On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla
ahalisi hayrette:
-Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar.
Harika çocuk:
-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve
haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.
İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.
Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor.
Hazret-i Halime anlatıyor:
-Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum,
gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını görür, temizliği gaibden yapılırdı.
Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi bükreten ve
asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a
mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile
tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır.
Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine
Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet
ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı; inciden kelimelerle
anlatmaya devam ediyor:
Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan
küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi.
Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı
şöyle dile getirmişlerdir.
-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu
ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih
ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek
bana salevat okuyanlara abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil
evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/
Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve
bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar huzurlu idiler... ama eşsiz
çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene ne de
çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi
rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak
kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu...
Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime,
ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile
anlata anlata bitiremedi.
Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de
gözlerinde billur damlalar:
-Oğlum yüksek şan sahibidir.
Halime anne:
-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu
doğruladı.
Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil
bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden
geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi.
Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten sonra;
yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile
yine kadir-kıymet sahibi, insan evladı Halime'ye emanet etti.
Sütanneyi dinleyelim:
-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken Habeş hıristiyanlarından
bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini çekti. Evladımı
bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü
ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler.
Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur mu?
-Hayır, hiç olmadı.
-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim
kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi
veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz.
Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik etmiş olursunuz.
Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına çıkan adamlardan bayağı
korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene kadar hiç
durmadan hayvan koşturdular.
Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir.
Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı.
Çünkü O, dönmüştü...
Esselatü vesselamü aleyke ya Resulallah.
Beyaz Elbiseli Üç Kişi
TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ
HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ
Mevlid'den
Efendimiz üç yaşındalar.
Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var.
Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken, emsalsz emanetin kılına ziyan
gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa
karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç.
Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz
çocukları sadece akşamları evdeler.
Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz.
Niçin?
-Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye gidiyorlar.
Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla
paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan
koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin
ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya
bakıp öteleri! düşünmek!
Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim...
Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil.
O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik nasıl dayanır artık.
-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi?
Cevap tek kelime:
-Evet.
Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş,
güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı
ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba?
Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek
uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan sonra kardeşlerine emanet...
evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de
aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden
ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira
şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli olan:
Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam,
Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma,
koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın
Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden
biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak onları ticari
ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya
çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın...
Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü
anha hanıma ait.
Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince annesinde merak ve telaş.
-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede?
-Sahrada anneciğim.
-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır?
Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli...
Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik bir olayı anlatıyor:
Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının üstünde bir
bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor,
yürüyoruz yürüyor.
İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu
sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve yanındikelir muhafaza ediyor.
Halime'nin içi yine rahat değil.
-Dediğin doru mu? Allah için söyle kızım!
-Vallihi sahi söylüyorum.
-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından Allah'a
ısmarlıyor.
İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk ve süt
kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor.
Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık
çığlığa bağrışıp oradan kaçıyorlar:
Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra:
-Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun!
Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor.
-N'oldu oğlum durma söyle!!!
Damra boğularak anlatıyor,
-Koyunların yanında idik. Birden bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi.
Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar ve sırt üstü yatırarak
bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!!
Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir
nefeste söylenen yere vardılar.
Devamını Halime'den dinleyelim:
-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere oturmuş, göğe doğru bakıyordu.
Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken
sordum:
-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti?
İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları
güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik,
birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O
muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye
iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü
yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve
elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip ederler. Bu melek, elini
sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar
yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye;
Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci
melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya
ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb
üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler
azizine:
-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve
hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz eder.
Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından bir şey
alır gibi bir hareket yapar.
Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir mühür ki gören
hayranlıktan kendini alamazdı.
Allah'ın resulünü dinleyelim:
-Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru
ile dopdolu oldu.
Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle mühürlendikten sonra yerine iade ettiler.
Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu hala
vücudunda hissediyor.
İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve o an yara
iyileşir...
Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona
güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın
izi hala farkedilebiliyor.
............
Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına:
Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin!
Tenbihini yaptıktan sonra beyine:
-Bu saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne
dersin, yol hazırlığı yapalım mı?...
Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya
başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..
Haris;
-Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir
şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased
edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken,
üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler
bir fenalık düşünebilirler...
-Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım.
Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen
kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş dost,
Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için
zorladılar.
Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe
karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek
yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına
alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor:
-Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz;
büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır.
Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni öldürün!!!..
Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış. Çocuğu
adamın kirli ellerinden çektiği gibi:
Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım. O'nu değil seni
katletsinler!...
Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor:
-Allah için söylüyorum; nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve
hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir
yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu.
.........
-Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen
O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine baksana!
Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine
teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade
olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından gidiyor.
Halime Hatun:
-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi.
Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler
olsun. Hayır ve saadet, Beni Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen
Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.
"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet
buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme alıp şehre inen bir grup yolcu
ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin yapılması için inci tanemi
arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım... az bir zaman
geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum.
Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."
Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa
yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:
-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun
yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan atıp
parçalayacağım.
Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?
-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum.
Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı.
İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan bir anne yüreği önünde gözyaşlarını
zapteder?
Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı
göz yaşları akıtır görünce:
-Hayrola bir derdin mi var?
Anne, sebebini söyler ve ekler:
-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam
kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!
-Oğlunu bulacak birini biliyorum.
Canım uğruna feda olsun çabuk söyle.
İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk gözlerle süzdükten sonra
tane tane konuştu:
-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez mi?
-Halime, tokat yemiş gibi oldu...
-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin
Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?
-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in
yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından öptükten sonra:
-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i
kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna
kavuştur.
Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar
patır-patır yüzüstü yere düştü ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü
teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma kabiliyeti vermişti.
-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının
sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi
putperestleri ise helak edecektir.
Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş,
konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten
sonra:
-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez. merak etme yavruna
kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.
................
Halime ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e varır.
-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın mı var?
-Hem de nasıl?
-Yoksa oğlumu mu kaybettin?
-Maalesef!
O muhteşem insan, torununu bazı Kureyşlilerin öldürmek için kaçırdıklarını
zannederek, kılıcını alarak bir dağ gibi Mekke'nin ortasına dikilir ve bağırır:
-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...
-Buyur ey reis.
-Gözümün nuru, alemin süruru torunum kayboldu, yerini bilen var mı?
Kureyşliler, hemen atlarına binerek dört bir tarafa koştular. Atlarının nalları
taşlara çarptıkça kıvılcımlar fışkıran sürücüler, ne kadar aradılarsa da,
gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol ve kanatlarla geri geldiler...
Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf
ettikten sonra, ellerini açmış, ciğeri kavrulurcasına istiyor:
-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen verdin. Yavrumu tekrar bana lütfet.
İşte bu sırada Kabe'den bir ses duyuyor:
-O'nun sahibi sevgilisini kaybeder mi?
-Ey Melek aman çabuk söyle torunum nerede?
-Tihame vadisindeki muz ağacının altında.
Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar. Yolda varaka bir Nevfel ile
karşılaşır ve O'nunla birlikte Tihame'ye giderler.
Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu halde, muz yapraklarnı çekiştirirken
heyecadan ağlıyor buldular.
Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin derin kokladıktan sonra kucaklayarak
atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru mahmuzladı.
..................
Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı
mahçub olduğu için tekrar tekrar af diliyor.
Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.
-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin? Halbuki O'nu ne kadar ısrarla geri
götürmüştün!
-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket gelmesinden çekindim. korkuyorum. Bu
sebeble size teslime karar verdim.
Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu samimi kadına bol ve kıymetli
hediyeler vererek teşekkür etti.
Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti artık. Son ana kadar hicran dolu
duygularını konuşturuyor.
Alemin en makbulünü annesine ve dedesine bırakıp veda ettim. Ama cınım v gönlüm
de onunla beraber ve orada kaldı.
Mübarek efendimiz, ileriki senelerde halime anneyi nerede ve ne zaman görse
"anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve bazen omuzundaki ridayı bile sererek
O'nu oturup gönlünü hep hoş tutacaktır.
Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice validemizle evlenmiş, fakat henüz
Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına gelecek ve kıtlık sebebi ile
hayvanlarının öldüğünü bildirince, Hadicetül Kübra annemiz, O'na bir deve ile
kırk koyun hediye edecektir.
Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki hizmetten memnun kaldıklarını şöyle
ifade buyuracaklardır.
-Ben sizin en halis arab olanınızım; Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de
emzirildim.